Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 Time it was, and what a time it was, it was.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

Time it was, and what a time it was, it was. Empty
MesajKonu: Time it was, and what a time it was, it was.   Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimePtsi Haz. 27, 2011 12:15 pm

Küçük odasında şafaktan az önce uyandı. Duvarları su yeşiline boyalı odada minimal düzeyde eşya vardı. Yatak olarak kullandığı şey aslında sırtlığındaki minderleri kaldırılmış, genişçe bir kanepeydi. Açık kahverengi ahşap üzerinde beyaz bir yatak vardı sadece. Bir de bej rengi, üstünde mavi desenleri olan bir yastık kılıfı geçirilmiş bir yastık. Beyaz maci ve uykuya yatmış bir yılan gibi kıvrılıp bükülmüş siyah kabloları sarı mioflenin üzerinde duruyordu. Odanın solunda bulunan beyaz ahşaplı pencerelerin ikisi de açıktı, hava içinde bulunduğu aya uygun olarak oldukça sıcaktı. Pencerenin altındaki kaloriferin sağına soluna üst üste yığılmış kitap kolilerinin en üsttekileri açılmış, bazı kitaplar gelişigüzel bırakılmıştı. Pencerenin sağındaki duvara yaslanmış duvarlarla aynı renkli minik sehpanın üzerinde rengi solmuş dantel bir örtü vardı. Hemen onun sağındaki duvardaysa üst üste iliştirilmiş bir gün batımı fotografıyla ondan daha küçük boyutlarda olan bir balkon fotografı vardı. Onların biraz üstünde belirli mesafelerle yerleştirilmiş üç tane çivi. Alttaki fotografın hemen altındaysa ışık düğmesi ve onun altında da minik oda spreyi. En sağdaki çiviye askılı, siyah ve bol bir tişört asılmıştı plastik sarı bir askıyla. Onun hemen altındaysa koyu kahverengi bir etejerin üstünde parfüm, krem gibi ıvır zıvırlar. Durup dururken çevresindeki her şey bir çırpıda katlanılmaz oluvermişti. Düşündü: belli bir anda, şimdi, şafaktan az önce her şeyin bir çırpıda katlanılmaz olması mıydı, uyanmasının asıl sebebi? Üzerinde yattığı yatak içine çökmüştü, etejer çok uzağındaymış gibi duran duvarın berisinde duruyordu, üzerindeki tavan katlanılmaz bir yükseklikteydi. Loş oda, dışarıda koridor ve hepsinden önce dışarısı, sokak o kadar sessizdi ki, dayanılır gibi değildi. Şiddetli bir bulantı kapladı içini. Hemen ayaklanıp tuvalete koştu. Lavaboya kustu. Bir süre sürdü kusması, rahatlama getirmeden. Yeniden yatağına uzandı. Başı dönmüş değildi, tersine her şeyi katlanılmaz bir denge içinde görüyordu. Kalktı, açık pencereden eğilip caddenin ucuna kadar bakması işe yaramadı. Bir branda bezi sakin sakin duruyordu park edilmiş bir arabanın üstünde. İçeride, odanın duvarındaki iki ince su borusunu gördü, paralel gidiyorlardı, yukarda duvarla aşağıda döşemeyle kesiliyorlardı. Gördüğü her şey katlanılmaz biçimde kesilmiş, sınırlanmıştı. Kusmak içini ferahlatmamış, tersine daha da sıkıştırmıştı. Sanki bir levye kendisini gördüğü her şeyden kanırta kanırta ayırıyordu, daha doğrusu çevresindeki nesneler kendisinden ayrılmış, havaya kaldırılmış gibiydi. Etejer, koliler, seyehat çantası; ancak şimdi farkına varıyordu ki gördüğü her nesneye uyan kelimeyi çılgınca bir zora uğramışçasına aklından geçirmeden edemiyordu. Her nesnenin görüntüsünü hemen nesnenin adı izliyordu. Mac, elbise askısı, anahtar. Ortalığa erkenden böyle bir sessizliğin çökmesi, gürültüler dikkatini artık dağıtamasın diyeydi; her yer bir yandan böyle, çevresindeki nesneleri görebileceği kadar aydınlık, öte yandan böyle, hiçbir gürültünün dikkatini dağıtamayacağı kadar sessiz olduğundan, nesneleri sanki kendi reklamlarıymış gibi görüyordu. Gerçekten, bulantısı kimi zaman, uyuyana kadar tekrarlanmadan ya da mırıldanmadan edemediği belli reklam spotlarından, moda melodilerinden ya da milli marşlardan duyduğu iğrentiye benzer bir iğrentiydi. Hıçkırık tutmuş gibi nefesini tuttu. Sonra nefes alınca aynı şey gene başladı. Yeniden tuttu nefesini. Bir süre sonra işe yaradı bu. Tavana asılmış pamuktan bulutlara bakarak uykuya daldı.

Sabah uyandığında bütün bunları bir daha gözünün önüne getiremez olmuştu. Kalktı, yüzüne su çarptı, dişerini fırçaladı. Üstüne bol, kirli beyaz askılı bir tişört geçirdi. Yaka kısmına doğru siyah bir kalemle "mother fuckin' Paris" yazılmıştı. Onun altında hiç de düzgün olmayan bir şekilde daha kalın bir kırmızı kalemle "420", tişörtün solunaysa baştan aşağı yan bir şekilde yine kalın mavi bir kalemle "goozings to russings" yazılmıştı. Yer yer büyük küçük yırtık gibi delikler vardı. Bir yerinde bir zamanlar yapılmış yağlı boya beyaz bir çizgi enlemesine. Yer yer silik mavi izler de vardı. Altına paçaları bileklerini açıkta bırakacak şekilde kıvrılmış siyah bir pantolon geçirip ayağına da kırmızı ayakkabılarını giydi. Gözlüğünü burnunun üzerine oturttu, numarasızdı aslında, Telefonunu, kulaklığını ve anahtarlarını kapıp dışarı çıktı. Aklındaki tek düşünce Anraud'u ziyaret etmekti. Ne zamandır görüşmemişlerdi. İkisinin de suçu değildi bu, bu konunnun suçlusu aranmazdı zaten. Şartlar böyle oluşmuştu. Amsterdam Caddesi ile 129. Sokağın köşesindeki apartmana yirmi dakikalık bir yürüyüş sonucu vardı. Zillerin hiçbirinde isim yazmıyordu, gelişigüzel bir tanesine basıp elini kapının siyah demirlerine dayadı. Bir süre sonra kapı otomatının mekanik cızırtısı duyuldu. Yavaşça merdivenleri çıkarak ikinci kata geldi. Sağdaki kapıya yönelip zili çaldı. Bekledi. Bekledi. Ceviz kapının arkasından ne bir ses ne de bir takırtı geliyordu. İçerde kimsenin olmadığından hemen hemen emin olmuştu bir süre sonra, geri dönüp gitmeye hazırlanmıştı ki birden içerden bir kıpırtı oldu; bir sandalyenin itilişi, ayak sesleri; bir öksürük. Bir rahatlık yayıldı her yanına, ancak bir saniye sonra kapı açılınca bu duygusu boşa gitti. Arnaud olduğunu sandığı kişi, o değildi. Bambaşka biriydi: Kıvırcık, kızıl sakallı, omuzlarına kadar uzun saçlı, yaşlı biriydi. Üzerinde uzun haki entariden başka bir şey olmadığı için adamı bir tüş keşiş sandı. Yüzünde biraz dalgın, ama dostça bir anlatımla onu süzerken sordu.

"Ne istiyorsunuz?"

Tam o sırada içerden içi sıvı dolu bir şeyin devrilme sesi duyuldu ve keskin bir koku yayıldı. İçeride birileri daha vardı anlaşılan ve gelen koku tiner kokusuydu.

" Galiba yanlış geldim. Arnaud Delcourt'u arıyordum ben."

Kapıdaki yabancı bir an duraksamadı.

" Aaa, o taşındı. Yaklaşık bir ay önce. Şimdi burada benim atölyem var."

" Herhalde Arnaud'un nerede olduğunu bilmiyorsunuzdur."

"Kusura bakmayın en ufak bir fikrim yok."

Tam arkasını dönüp gideceği sırada adamın ona baktığını fark etti. Tuhaf, delici bakışlarını suratına dikmişti.

" Bir şey mi oldu?"

" Acaba Mosy'nin arkadaşı mısınız diye düşünüyordum."

" Mosy mi? Mosy adında kimseyi tanımıyorum. Mosy diye birini ömrümde tanımadım."

" Çok garip. Çizdiği kişi size çok benziyor da, ona geldiniz sandım."

Adam dediğine kulak vermemişti bile, itiraz etmesine fırsat kalmadan, kolundan tutup içeri sürükledi genç adamı. Geniş odada tuvallerinin önüne geçmiş beş-altı kişi vardı. Etrafı keskin bir boya ve tiner kokusu kaplamıştı. Kimse kendisini ve genç adamın dönüşünü fark etmemişti, ya da dikkate değer bulmamıştı, hepsi çizimlerine devam ediyorlardı. Güleç yüzlü adam odanın solunda hemen pencerenin önünde sırtı onlara dönük oturan kızı gösterdi. Uzun kahverengi saçları at kuyruğu yapılmıştı. Üstü puanlı kırmızı sade bir elbise giymişti, eteklerinde ve karnına yakın yerlerde çeşitli boya izleri vardı. Yavaş adımlarla kıza doğru yürüdü, yaklaştıkça tuvalini görebiliyordu ve karşılaştığı manzara şok sayılabilecek bir şey geçirmesine yol açtı. Tuvalin üzerine hatları belirlenerek çizilmiş eskiz kendisine oldukça benziyordu. Saçı, burnu, dudakları, gözlükleri. Boynunun sağından hafifçe gözüken dövmesi bile. Kızı ve tuvali geçip hemen tuvalinin önündeki pencereye doğru üç-dört adım attı, ellerini pencere pervazına dayayarak duvara yaslandı. Diğerlerinin dikkatini dağıtmayacak yükseklikteki sesi yine de kızın dikkatini çekti.

" İlginç."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Mnemosyne Petridis
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Mnemosyne Petridis


Mesaj Sayısı : 31
Kayıt tarihi : 25/06/11

Time it was, and what a time it was, it was. Empty
MesajKonu: Geri: Time it was, and what a time it was, it was.   Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimePtsi Haz. 27, 2011 2:08 pm

Time it was, and what a time it was, it was. 859
ooh, baby, baby, it's a wild world;;
it's hard to get by just upon a smile. ooh, baby, baby, it's a wild world and i'll always remember you like a child, girl.
Şehvet düşkünü yahut şehvet kölesi bir portre ile baş başaydı. Onu hayalinde yaşatarak huzura erişebilirdi, belki. Bu belkilerin tek ortak noktasıysa, imkânsız olmalarıydı. Çoğu zaman imkânsızı düşlerdi genç kız, realist biri sayılmazdı. Özensizce topladığı, fazlasıyla yoluk olan kahverengi saçları eskisi gibi değildi artık. Ne gözlerindeki parıltı aynıydı ne de göğüslerine önem veriyordu. Her şeye olan ilgisi tek nefeste sönmüştü; oysa hep güzel biri olup, erkeklerin gözdesi olacağını düşünmüştü. Kimdi bu cefakâr? Cefa yüzü görmeyeli ne kadar olmuştu sahi, üç gün mü? Belki de beş. Nefret etse dahi, böyle durumlarda, sigara içme ihtiyacı doğuyordu. Doğurganlığını sadece inançlara adamayı vazife bilmişti kendine. Mnemosyne… Hangi insan çocuğuna bir nehir ismi bahşederdi? Buram buram Yunanistan kokan ismi de cezp etmiyordu onu artık. Bu değerleri kendi isteğiyle yok etmişti, ebeveynlerinin hemcins oluşunu geç önemsemiş, çok darbe almıştı. Yine de kendini suçlamak istemiyordu Mnemosyne, yeterince suç üstlenmişti. Farklı olmak adına cinsel tercihini değiştiren ailesi, Mosy’nin ardından fazla ağlamış olamazlardı. Onlara göre, Mosy, engin keşmekeşin elçisi ya da antik bir saçmalığı temsil ederdi. Kirlenmiş bir beyaz ya da açık bir siyah gibi, görevinden şaşmış, yolsuz, geri dönüş şansından da yoksun.

Efsun sıfatını üstlenmiş, asla latif niteliğini yitirmemiş olmayı dilerdi. Evrende parlaklığını kaybetmiş yegâne şey olmayı değil. Uykusuz gözlerine su itelerken, kendinden ne kadar da nefret ettiğini fark etti. Bugün kendini sevmek için bir şeyler yapmalıydı. Üç gündür ektiği yaşlı Gavin, ona karşı tavır almış olmalıydı. Atölyeye gidip, birkaç portre çizip, yaşlı Gavin’ın hazırladığı, toprağımsı –ve ciddi anlamda boktan olan– sıcak çikolatayı zevkle içiyormuş gibi yapıp, arkasını döndüğünde, arkadaki, üzerinde atölye üyelerinin el izlerinin bulunduğu sarı camdan vazoya boşaltabilirdi. Bu, çok kötü bir fikir gibi gelmemişti. Atölyeye giderken giydiği, boğuk bir kırmızı üzerine puantiyeler eklenmiş ve asla çıkmayacak boyalarla süslenmiş elbisesini giydi ve evden çıktı. Apartmanın bitimindeyken, arkadan iğneleyen kiracıyla kavga edecek gibi olduysa da, kendini dizginledi. Birkaç tane adam gibi çalışma yapıp, onları iyi paraya satarsa, bu ay da kıçını kurtarmış olurdu. Yıpranmış spor ayakkabılarıyla attığı hızlı adımlar, çok geçmeden atölyeye gelmesini sağladı. Buraya aşık değildi; aksine, tiner kokusu kendi tablosundan gelmedikçe rahatsız dahi olurdu. Üstelik apartman, pek de entelektüel bir havaya sahip değildi. Zaten kursta da, yeteneklerin sonradan kazanıldığını düşünen bir avuç ahmaktan başkası yoktu. Mosy, alttan dördüncü zile bastı ve tam on dört saniye sonra kapı açıldı. Genç kızın saymasına gerek yoktu, ihtiyarın sandalyesi ile kapı arasında tam on dört saniyelik bir mesafe vardı. Mosy, ondan pek de beklenemeyecek bir enerjiyle, üçer üçer basamakları çıktı ve adamın sigara kokusunun, üzerine bulaşmasına izin verdi. Kollarından ayrıldığındaysa, Gavin’ın sesindeki ve yüzündeki hayal kırıklığını fark etmesi kaçınılmaz olmuştu. “Mosy, senin için İrlanda’dan bir sürü eşya getirtmiştim.” Vurguları daha derin kılmak için arzuladığı fırçaları tamamen unutmuştu. Gavin, daima öğütlerini dinleyeceği, hayatındaki en önemli insan değildi; ama birkaç saniyeliğine de olsa, içinde bir şeyler parçalandı. Paçayı nasıl kurtaracağını bilmiyordu. “Ah, üzgünüm, Gavin, inan bana. Birkaç günlüğüne Yunanistan’a gitmem gerekti.” Sunabileceği en mantıklı yalanı savurdu ortaya. Adam pek de tatmin olmuşa benzemese de, onu içeri buyur etti.

Bu atölyenin en sevilesi tarafı da kimseye selam ya da hesap vermek zorunda olmayışıydı. Belki de bu, sadece Mnemosyne için geçerliydi; diğerleri pek samimiydiler. Garip bir Fransız aksanına sahip, dişlek çocuk, Mosy’nin masasının iki arkasındaydı, sol tarafında da Bayan – ıı, Bayan… Sürekli ismini unuttuğu kadın vardı. Kadına karşı fazlasıyla kulak tıkamasına rağmen dul olduğunu ve bahçesinde lavanta –ya da başka bir bitki– yetiştirdiğini biliyordu. Başta, insanlara karşı, neden bu kadar ilgisiz olduğuna anlam verememiş olsa da, artık alışmıştı. O, toplumdan sıyrılmak adına doğmuştu. Bunu kabullenmekle geçen yılları geride bıraktığına seviniyordu.

Güzel olması için yeterince uğraştığı tablo üzerinde kaç saat harcamıştı? Yine de hiçbir zaman yeterli derecede iyi olamayacağı düşüncesi onu zedeliyor ve çoğu kısmı silip, tekrardan çizmesine neden oluyordu. Daha gölgeleme işlemine bile gelememişti, üstelik Gavin, böceklerin kulübesinde –mutfakta– o iğrenç sıcak çikolatayı yapıyordu. İsmini hâlâ hatırlayamadığı kadın, şen şakrak bir sesle iyi günler diledikten sonra, kursu terk etmişti ve sükûnetin tekrar sağlanması çok da uzun sürmemişti. Gün boyunca, duyumsanmaması imkânsız bir karın guruldamasını çekebileceğini sanmıyordu; dişlek çocuğa gözlerini kısarak baksa da, çocuğun pek de umrunda sayılmazdı. Genelde kursa en son gelen ve en son ayrılan Mnemosyne olurdu, çalan kapı, sol kaşını havalandırdı. Ne yazık ki ilgisiz kişiliği, bakışlarının kapıya yönelmesine engel oldu. On dört saniye ardından aralanan kapı –bu imkânsızdı, Gavin, mutfaktaydı, değil mi?– içeri birini konuk ederken, Mosy, dövme detayıyla uğraşıyordu. Çizdiği kişinin adını bilmiyordu; onu tesadüfen rast geldiği bir filmde görmüş, orantılı hatlarını haddinden fazla beğenmiş ve karakalem için uygun bulmuştu. Fazlaca benimsediği yüzünü, doğru hatırladığını umuyordu. Birkaç saniye sonra yanından geçen gölgeyi fark ettiyse de, işiyle o kadar meşguldü ki, başını kaldıramadı. “İlginç.” Duyduğu ses, ona yakın, bir o kadar da uzaktı. Şaşırtıcı bir biçimde bakışlarının yönünü değiştirdi. Pencere pervazına konan ellerin ve duvara yaslanmış vücudun sahibini tanıyor sayılmazdı; fakat tanımıyor da değildi. Büyük çaplı bir şok geçirmedi, hiçbir zaman aşırıların kızı olmamıştı. Yine de gözleri birkaç santim açıldı, sol eli kaşınmaya başladı ve biri omuzlarına tüm yükünü veriyormuş gibi hissetti. Ona, bunun nasıl olduğunu sormayacaktı, belki de sadece bir hayaldi, hem diğerleri de başlarını kıpırdatmamıştı. Hazır gözlerinin önündeyken, portreyi şöylece süzdü ve adamın yüzüyle kıyaslamaya başladı. Gördüğü ilk hata, gamzesini çokça saklamış olmasıydı, yine de hatlar mükemmel sayılırdı. Gamzesini düzeltirken, “Burayı yanlış çizmiş olamam.” diyerek azarladı kendini. Adamın önünde, kendi kendine konuşan bir deli imajı çizmeyi önemsemiyordu; zira, çizdiği imajdan pek de farkı yoktu. “Normalde kendi kendime konuşm–” diye toparlamaya çalıştıysa da, kendi cümlesini kendi kesti. “Ah, herkes bunu yapar.” Cümlesi bir teselli kaynağı mıydı? Yine de tatmin olmamıştı, sol eli hâlâ titriyordu. İnce uçlu kalemi masaya bıraktı ve adamın yüzüne bakmadan, “Bana, bunu herkesin yaptığını söyle.” dedi. Yalvarırcasına çıkan ses tonuyla gözleri parlamıştı. Bu çok da doğal bir olay sayılmazdı. Daha çok tehlikeden uzak bölgelerdeki deprem gibiydi, belki biraz daha sarsıcı. Sol eliyse, fazlasıyla iddialıydı bugün anlaşılan, adam, onu ikna edene kadar da iddiasını sürdürecek gibiydi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

Time it was, and what a time it was, it was. Empty
MesajKonu: Geri: Time it was, and what a time it was, it was.   Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimePtsi Haz. 27, 2011 3:06 pm

“Burayı yanlış çizmiş olamam. Normalde kendi kendime konuşm– Ah, herkes bunu yapar. Bana, bunu herkesin yaptığını söyle.”

" Herkes yapmaz."

Çünkü insanlar düşüncelerini kendilerine saklarlardı. Düşünceler daha iyi duyurur seslerini gecenin sessizliğinde ya da beyin kıvrımlarının ıslak karanlığında. Güneşin çığlıkları susar o zamanlarda. Herkesin düşünceleri evine çekilmiştir, beyinlerine, sığınmıştır bir yere. Sokaklar ve meydanlar yankılanıyordur belki ama bir düşünce çıtırtısı bile duymak mümkün olmaz sessizliğin gürültüsünde çoğu zaman. O hissedilemez sessizlik. Geceye baktığındaysa insan, sokaklarda, duyabilirdi öteden yankılanan düşünceleri. Zihin adeta kusardı gün boyunca beyin kıvrımlarından geçirilenleri. Duyduğunuz yankı bir kıvılcım, zihnin ıssız, karanlık, kimsesiz sokaklarında sıkışmış ve masum.

" Ellerinin ve ayaklarının sınırlarından taşmak isteyen insanlar yapar."

Kendini sevebilmeliydi belki de yaşamak için. Öyle olsa gerek. Sevmezse insan kendini, sevemezse eğer hayatı ne hal olurdu düşünsenize? Düşünmeyin ya da. Fazla düşünme dinden çıkarsınız demişler ne de olsa. Bazen de gerek kalmazdı düşünmesine, kendini o hal ve durumun içinde buluverirdi. İçi çürümüştü belki de. Ah öyle ya, çok kolay çünkü bu dünyada. Küllerinden doğamayabilirdi içindeki. Sürünür dururdu. O halde ne yapardı? Yapabileceği hiçbir şey olmasa da hayat devam ederdi ki en pis yanı da buydu. Nihilizme sürüklerdi insanı. Uyuyamaz olurdu bu korkudan. Ki olmuştu da. Bu hissin yaşamına getirdiği korkudan. Yaşadıkları düşünceleriyle eşit nitelikte olmayabilirdi. Hiç yaşamamış olabilirdi bile yaşamı boyunca. Düşünürdün ve düşünmeye devam ederdi. Düşünceleri dışında hiçbir şey yoktu elinde. Tek parmağında çubuk tutardı dengede, sürekli okur yazar ve çekerdi ve müzik zevkiyle okumuşluğuydu elinde olan tek şey. Belki de insanlara karşı olan anlayışı yine tahammülsüzlüğünün yanındaydı. Zıtlıkları anlayabildiğini sanmıştı ama aslında o iş hiç de öyle değildi. Bilebilir miydi? Bildiğini sanmaktan öteye nasıl geçebilirdi? Peki ya ötesi neresi? İşte tüm sorular aklındayken bir de çalışması gerekirse, istenirse ne yapardı? Düşünürken kafası acıyordu. Kafası hep acıyordu. Baş ağrısını evvela sinüzite bağlayan pek şahane doktorlar bunu da bilirler miydi? Onlar da düşünmüştürler belki. Koskoca doktor derdiniz. Ama ondan başkası, bu durumda ondan başkası yalandı. Aşık olamazdı mesela. Severdi, takıntı yapardı ama aşkın sadece hormonlardan ibaret olduğunu düşünürdü, bilirdi. Gerçek böyleydi. Onun gerçeği. İnsanlar ve düşünceleri üzeine binlerce kez düşünürdü, yazardı, çekerdi, yazmaktan eli ağrırdı, düşünmeye devam ederdi de anlatamazdı. Kavradığını düşündüğünde saçma şeyler olurdu. Saçma şeyler gelirdi aklına. Sevişirdi. Sevişirlerdi. Endorfindi onu mutlu eden fakat sentezleyemezdi yeteri kadar. Mutlu olamazdı en mutlu olacağını düşündüğü anda bile. Sürekli bir boşluk sürekli bir istikrarsızlık belki, belki de kocaman bir doyumsuzluk hissi. İsteksizliği de eklemeliydi. Devamı da gelirdi elbet. Ellerinin ayaklarının sınırlarından taşabilir miydi? Yine düşüncelerinin alıp başını gittiğinin farkındaydı. Bakışları kızın bakışlarıyla buluştu ve nedense bir an, geçici bir an sadece bakmak istedi. Bir şey duyumsamadan bakmak.

" Ama ancak parmak uçlarının değdiği yere uzanabilirsin, adımın ayak uçlarından öteye geçmez. Ve sen olmayanı başarmak uğruna sürekli düşündüğün için en sonunda kafayı yersin. "
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Mnemosyne Petridis
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Mnemosyne Petridis


Mesaj Sayısı : 31
Kayıt tarihi : 25/06/11

Time it was, and what a time it was, it was. Empty
MesajKonu: Geri: Time it was, and what a time it was, it was.   Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimePtsi Haz. 27, 2011 3:55 pm

Time it was, and what a time it was, it was. 859
ooh, baby, baby, it's a wild world;;
it's hard to get by just upon a smile. ooh, baby, baby, it's a wild world and i'll always remember you like a child, girl.
Adamın gözlerinin derinliği, filmdekinden çok daha farklıydı. İki yuvarlağın tek işlevi görmek değildi, cesaretin doruğundaki hiççilik de onların içindeydi. Hatta gözlerinin barındırdığı şeyler o kadar umut yoksunuydu ki, Mosy, bunun bir hata olacağını bile bile, kendi doğrularını, onun doğruları yapmak istedi. Esrarlı gözler görmüştü, elaya bürünmüş gözler de. İri gözler, parlak gözler, enerjisini yitirmiş, kapanmaya yüz tutmuş gözler. Fakat adamın gözlerine ilk defa rastlıyordu gözleri ve orada kalmak için ısrar ediyordu. Yeteri kadar derdi yokmuş gibi, bir basitlik gönüllüsü hayranlığı daha konaklamak istiyordu. Adama inancı, sevgiyi, saygıyı, güveni aşılamayı o kadar derinden istemişti ki… Zar zor bulup, kumarda kaybettiği inancı mı pazarlayabilirdi ona, ağır bir yük olan sevgiyi mi, bulunması imkânsız saygıyı mı yoksa varlığı kanıtlanamayan güveni mi? Adamı, olmayan şeylere inandırmak istiyordu. Meleklere, perilere, uzun kanatlı fareler ve nicelerine. Hayal gücü geniş –ya da deli– olan tek kişi olmak istemiyordu. Ne ibadet ne itaat eden, pazar günleri kiliseden kaçan, arsız, uslanmaz biri mi olmuştu yoksa? Hayat ne garipti. Belki de ismi, ona bir önceki hayatında fahişe olmasını sağlamıştı. Yine de onlar kadar güzel sigara içemeyeceğini ya da sevişemeyeceğini bilirdi. Diptekilerden bile kötü tarafları vardı. Kocaman, güzel göğüsleri, kalın dudakları ya da mükemmel saçları yoktu. Hiçbir erkek tarafından yatağa atılmayı, acı çekmeyi ve de yeni bir Mosy doğurmayı düşünmemişti. Yeterince inançsızlık mıydı ona bakireliği yar biçen? Karşısındaki adam bir suçluydu; ona böyle şeyleri sorgulatmamalıydı.

“Herkes yapmaz.” dedi adam. Onun küçücük yüreğini ne kadar incittiğini, bir kemiğini daha kaynattığını, hislerinden parçalar çaldığını biliyor muydu? Bilse acı çeker miydi sahi? Hiç olmayacak insanlara, olmayacak şanslar tanıyıp, hüsran edinmemeliydi. Kara listede, antropofobinin hemen yanına eklenen mazoşizm de, moralini tavan yaptırmamıştı. Sol eli uyuşmuş, hatta yanına ayaklarını da almıştı. Vücudu, onu, adamla konuşmaya zorluyordu. Hatta adamın bir süper kahraman olduğuna o kadar inanmıştı ki, bunun, adamın marifeti olduğunu düşünmeden edemiyordu. Sanki adamın yirmi saniyede düşündüklerini, on saatte dahi düşünemiyordu. Kaşlarını çattı, durduk yere. Ondan üstün insanları sevmeyecek kadar bencil değildi; ama incinirdi. Hem de öyle bir incinirdi ki… “Ama ancak parmak uçlarının değdiği yere uzanabilirsin, adımın ayak uçlarından öteye geçmez. Ve sen, olmayanı başarmak uğruna sürekli düşündüğün için en sonunda kafayı yersin.” O halde Mnemosyne kafayı yemişti. Hayatın sillesini yediği zaman, kaderini anlamıştı. Vasıfsız şeylere inanırdı, resmi şeylere değil. Soğuk; fakat tescil karşıtı. Öznel düşüncelere inansa da, değer hak edenlerle aynı düşüncelere sahip olmak isterdi. Yine de hiçbir zaman başkasının düşüncelerini üstlenmezdi.

Kendini yitirmek üzereydi. İnsanlar onunla konuşmaz, onu oynatır ve dalga geçerlerdi. Mosy bunları hak ettiğini ve gelecek yaşamında arınmış olacağına inanırdı. Hayatta en iyi olmak hiçbir zaman gayeleri arasında sıralanmamıştı. En basitinden, çeşitli fantezilerle adamı arzulamamıştı. Onunla konuşmamalıydı, gerekirse onu başından def ederdi. “Benimle konuşurken pervasız olmalısın.” Belki de bir fısıltıydı bu; ama adamın duyduğunu biliyordu ritmi bozuk ses tonunu. Burnunu çekti ve kalemlikte kalem aramaya başladı. Bulamayınca sinirlendi ve eskimiş kalemliği yere fırlattı. Kendine kızmıştı: Ona emir vermesi gerekirken, yalvarıyordu. “İsmimin ne olduğunu merak etmemelisin.” Ona kapılacağından korkuyor olamazdı ya. Tahta sandalyeden kalktı, adamı yanına ilerledi ve gerçek anlamda ince beli sayesinde, adamın hemen yanından, pencereden sarktı. Yanındaki nefis üzümler taşıyan ağacın kokusuyla mest oldu. Gözlerini kapatıp, rüzgarı teninde hissederken, son cümlesini de kurdu. “Bana hayal olmadığını kanıtlamamalısın.”

Yoksa onu kaybederdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

Time it was, and what a time it was, it was. Empty
MesajKonu: Geri: Time it was, and what a time it was, it was.   Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimePtsi Haz. 27, 2011 4:24 pm

Bildiği tek şey ne dünyanın ona ne de onun dünyaya hazır olduğuydu. İnsan denilen cins-i mahlukatın doğasını anlayabilmiş değildi ve habitatına zarar veren canlılar olmaları gerçeğinin önünde ne yapacağını şaşırıyordu. Değişkenliği ve sabit olmayı bir arada barındıran dengesiz varlıklardı insanlar. Geleceğin tanrıları. İnsanlar hasta ruhlarını gizlemek için her şeyi denerlerdi. Bunu bir yalanla, gülümsemeyle, bir müzikle, afrodizyak etkisine sahip bir kokuyla ya da dolaptan çıkmış buz gibi bir birayla dahi deneyebilirlerdi. Bir şekilde; nefretle ya da durdurulması güç bir bağımlılıkla hastalıklarını ört pas etmeye çalışırlardi. Fakat kendilerine anlattıkları bu palavralar ve oynadıkları oyunlar, hasta ruhlarını kısa bir süre saklamayı başarırdı yalnızca. Bilinmedik bir nokta vardıysa; o da bu anlık refah halinden sonra, hasta ruhlarının kendilerini daha dibe çekeceklerinin farkında olmamalarıydı. Genç adamsa ruhunu gizlemeye çalışmıyordu, hastaysa, hastaydı. İnsanlar hangi gözle bakarsa baksınlardı. Manik depresif? Nevrotik? Deli? Yalnızlık düşkünü? Filozof? Aptal? Bilge? İnsanların ne aptal etiketleri ne de aptal yargıları önemli değildi onun için. Kızın ona bir cevap vermesini de beklemiyordu. Orada öylece dururken o kızın da onun hakkında ne düşündüğü, yargıları önemli değildi.

“Benimle konuşurken pervasız olmalısın. İsmimin ne olduğunu merak etmemelisin.”

İçinde bir şeyler arayıp da bulamadığı kalemliği yere fırlattı kız. Çizim yapan birkaç kişi irkildi, birkaç boyun çevrildi ama sonra geri döndüler. Kız oturduğu yerden kalktı ve genç adamın yanından, pencereden sarktı.

“Bana hayal olmadığını kanıtlamamalısın.”

Kızın gözlerine bakmasına gerek yoktu, cümlelerinden ve vücudundan buram buram yayılan hissi algılayabiliyordu. Korkuydu bu. Salt korku. Genelde kimse yokken insanın düşüncelerinin içinden çıkıp gelen bir şeydi bu. Kız çok mu yalnızdı, yok muydu kimsesi? Bu korkunun, kaçınmanın sebebi bu muydu? Çok hayal kırıklığı yaşadığını tahmin etti, öyle olmalıydı. Mutlak bir yalnız mıydı o da? Kimse değemez miydi acaba ruhuna? Belki de kimse değmeye çalışmamıştı. İnsanlar birbirlerine çarparlardı, omuz atarlardı, sürüklerlerdi. Yani sadece birbirlerine değmek, belki omuz sıvazlamak dışında her şeyi yaparlardı. Acı verici. Kendisiyse kitaplardan arkadaş edinecek kadar şanslıydı ve o kadar yalnız. Sırtını iyice pencereye yasladı. Hafifçe yana çevirdi yüzünü. Yanındaki kız hala pencereden sarkmaya devam ediyordu. İçeri giren nahoş meyve kokusu tiner tarafından bastırılsa da pencerenin dibinde olduğu için algılayabiliyordu. Güneş ışınları azimli bir şekilde sokaktaki varlıkların- apartmanların, arabaların, konteynerlerin, insanların- üzerinden akıp geçiyor, onları sahip olmadıkları bir çekiciliğe ve ışıltıya boyuyordu. Güneş ışığı her şeyi çekilebilir ve büyüleyici kılıyordu.

" Gözlerini kapa lütfen. Şimdi, çok geniş bir düzlük getirmeni istiyorum gözlerinin önüne. Çimleri yeni biçilmiş. Mis gibi kokan. Taze ve hatta mutlu. Güneş olsun tepede. Sıcak bir şekilde sana bakan. Samimi. Kocaman bir çilek olsun güneş. Üstündeki çikolatalar aksın hatta. Tatlı olsun her yer. Sevinelim. Üstlerine bulutları geçirmiş insanlar düşle etrafında. Hepsi mutlu. Çimenlerin üzerinde dev fondünün ışığı yüzlerine vururken çikolata yemekten. Kendini düşle bu düzlükte. Üstünde bulutlar, burnunda çimenlerin tazeliği var. Güneşe bakıyordun, çilek yiyorsun yanındaki çikolata şelalesinden. Fondü ışığı geliyor yüzüne, ellerine. Heryerine bulaşıyor. Çimenler hala taze. Birinin elleri var üzerinde gezinen. En az fondü kadar tatlı dokunuşları var ellerin. Beyaz giyinmiş tıpkı diğerleri ve senin gibi bu ellerin dahibi. Uzanmış herkes. Yatıyorlar, bulutlar üzerlerinde. Her biri düzlükteki bir çimen gibi. Duruyorlar fütursuzca. Sen de duruyorsun onlarla. Onlar da seninle. Bakıyorsunuz ellerin sahibiyle fondüye. Fotosentez yapıyorsunuz birlikte tıpkı diğer herkes gibi. Eller var biri fondüyü tutuyor. Diğeri senin elini tutuyor, seninle birlikte. Duruyorsunuz düzlükte amaçsız, bakıyorsunuz fondüye durmadan. Üstünde bulutlar var bir de eller. Güneş seviyor seni, çimenler de. Hayat çok güzel bu düzlükte. Şimdi açmanı istiyorum gözlerini. Bak, her yer çimen, fondü. Buyur bu da buluttan elbisen. Buyur bunlar da ellerim."

Kızın kendisine dönmesini beklemeden yüzünü tekrar odanın içine çevirdi. Gözleri resimlerine yoğunlaşmış diğer insanların üzerlerinden kayıyordu. Güleç adam ortadan kaybolmuştu. Yaşça küçük bir kız hırsla fırçayı tuvale çarpınca fazla boyası yüzüne sıçradı. Bundan hiç de hoşnut olmayan bir şekilde bir görenin olup olmadığını anlamak için etrafı kolaçan ederken gözlerini kaçırdı genç adam.

" Şimdi söyle. Sence ben gerçek miyim?"
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Mnemosyne Petridis
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Mnemosyne Petridis


Mesaj Sayısı : 31
Kayıt tarihi : 25/06/11

Time it was, and what a time it was, it was. Empty
MesajKonu: Geri: Time it was, and what a time it was, it was.   Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimePtsi Haz. 27, 2011 5:07 pm

Time it was, and what a time it was, it was. 859
ooh, baby, baby, it's a wild world;;
it's hard to get by just upon a smile. ooh, baby, baby, it's a wild world and i'll always remember you like a child, girl.
Bazen, yalnızlığın çok çabuk delinmesi o kadar da iyi olmuyordu. Paranoya sorunları yaşayan, bakire, herkesle fikir ayrımı yaşayan bir kızdan ne bekleyebilirdiniz? O, sizin hayatınızı güzel kılamazdı, o yetkiye sahip olsaydı, kendi hayatını yeşillendirirdi. O, Tanrı’ya inançsızlık edemezdi. O kadar çok günah işitmiş, görmüş, işlemişken, en büyüğünü üstlenemezdi. O, her şeyin güzel olduğunu söyleyemezdi ya da size hayatınızın en güzel gecesini yaşatamazdı. Size sadece melankoli depolayan lanetli bir ruhu arzular mıydınız? Onun arzulayıp arzulamaması önemli değildi; arzuları çırılçıplakken, yatağın altına kaçmıştı. Daha ellenmemiş, kirletilmemiş, varlığından haberdar olunmamış arzularının varlığına inanmaktan başka çaresi yoktu. Yanındaki adam, pencereye iyice yaslandı ve ona döndü; fakat Mosy, istifini bozmadı. Üzüm ağacındaydı aklı, birkaç salkım cömertlikte bulunmasını istiyordu. Gözleri kapalıyken, adamın sesini, derisinde hissediyordu. Hem de burnuyla. Bütün fonksiyonları birbirine girmişti. “Gözlerini kapa, lütfen. Şimdi, çok geniş bir düzlük getirmeni istiyorum gözlerinin önüne. Çimleri yeni biçilmiş. Mis gibi kokan. Taze ve hatta mutlu. Güneş olsun tepede. Sıcak bir şekilde sana bakan. Samimi. Kocaman bir çilek olsun güneş. Üstündeki çikolatalar aksın hatta. Tatlı olsun her yer. Sevinelim. Üstlerine bulutları geçirmiş insanlar düşle etrafında. Hepsi mutlu. Çimenlerin üzerinde dev fondünün ışığı yüzlerine vururken çikolata yemekten. Kendini düşle bu düzlükte. Üstünde bulutlar, burnunda çimenlerin tazeliği var. Güneşe bakıyordun, çilek yiyorsun yanındaki çikolata şelalesinden. Fondü ışığı geliyor yüzüne, ellerine. Her yerine bulaşıyor. Çimenler hala taze. Birinin elleri var üzerinde gezinen. En az fondü kadar tatlı dokunuşları var ellerin. Beyaz giyinmiş tıpkı diğerleri ve senin gibi bu ellerin sahibi. Uzanmış herkes. Yatıyorlar, bulutlar üzerlerinde. Her biri düzlükteki bir çimen gibi. Duruyorlar fütursuzca. Sen de duruyorsun onlarla. Onlar da seninle. Bakıyorsunuz ellerin sahibiyle fondüye. Fotosentez yapıyorsunuz birlikte tıpkı diğer herkes gibi. Eller var biri fondüyü tutuyor. Diğeri senin elini tutuyor, seninle birlikte. Duruyorsunuz düzlükte amaçsız, bakıyorsunuz fondüye durmadan. Üstünde bulutlar var bir de eller. Güneş seviyor seni, çimenler de. Hayat çok güzel bu düzlükte. Şimdi açmanı istiyorum gözlerini. Bak, her yer çimen, fondü. Buyur bu da buluttan elbisen. Buyur bunlar da ellerim.”

Bir an için o kadar inandı ki anlattıklarının gerçekliğine. Yine azarladı kendini. Ne kadar da aptaldı! Peki ya adam, özgüveni yüksek bir sadist miydi? Yoksa şeytanın ta kendisi mi? Oysa çok daha asil duruyordu. En az ellenmemiş arzuları kadar pürdü; ama en yaşlı insan kadar yıpranmış ve tecrübe edinmişti. Ellerini aradı Mosy. Bulamadı, telaşa düştü. Bir süre dipte yuvarlandı, çığlık atmak istedi, ses telleri yollarını şaşırdı. İşaret parmağıyla, seri bir biçimde alnını kaşımaya koyuldu. Üzümler… Artık yoktu. Tüm mutluluk göstergeleri buradan vazgeçmişti. Bir hüsran daha. Bu yenilgiyi kaldıramazdı. Hiddetle adama döndü; ama adam, ona bakmıyordu. Belliydi, inat etmişti, sunmayacaktı gözlerini ona. Gocundu Mnemosyne, bunu bir hobi olarak yapmaya başlamıştı anlaşılan. “Şimdi söyle. Sence ben gerçek miyim?” Mosy, dirseğini pencere pervazına dayamış, adama döndü. Yüzünde olması gereken dalga geçen ifadeyi bir türlü edinememişti. Korku. Ve adamın korkusunu hissettiğinden daha çok korkuyordu. Hızlıca başını salladı ve pekiştirdi, daha çok inanmalıydı. “Hayır.” Çünkü onun çilekten güneşlere olan inancı sömürülmüştü. Acımasızca hem de. Genç adam, hikayeyi bir de ondan dinlemeliydi, anlayacağından değil, sadece dinlemeliydi. Anlık bir cesaretle parmak ucuna çıktı ve adamın gözlerini kapadı. Fısıldadı; fakat diğerleri de onu duymasın diye yapmadı bunu. Bunlar özel düşüncelerdi. “Başta her taraf siyah, karanlık. Ardından bir ışık görüyorsun, gerçek olmasa bile o kadar inanıyorsun ki o ışığa… İşte o, Tanrı. Kudretli Tanrı. Katolik inancından uzak, senin istediğin Tanrı. Ve o kadar iyi ki, ona inanman için seni zorlamıyor. Ayrıca çekeceğin ceza hakkında konuşma yetkisine sahip değilsin; ama bunun suçlusu o değil. Değersiz olduğuna inandığın; ama birilerinin uğruna hayvan kurban ettiği Tanrı. Ve o hepimizden yukarıda. Bunu kabullenmek zorundasın; çünkü inanacak neyin var ki? Ardından yağmur yağıyor, bu da şeytan olmalı. Soğuk. Üşüyorsun, değil mi? Sana meleklerin varlığını kanıtlayamam. Ya da inancı.” Yutkundu. Anlattığı şeyleri hayal etmek, onu yormuştu. Üstelik içindeki merak, boyundan taşmıştı. Adam gözlerini açana kadar bekledi, ardından pencerenin önüne oturdu ve bakışlarını yere dikti. Sesi boğuk, hüzünlü ve acınasıydı; ama amacı bu değildi. “İnanmak istediğin şeye inanırsın. Ben kedere inandım. İki yağmur damlasına yenik düştüm. Basit bir oyunda, elimde ne varsa kaybettim. Bana kimse gelmez. Hala gerçek olduğunu düşünüyor musun?”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

Time it was, and what a time it was, it was. Empty
MesajKonu: Geri: Time it was, and what a time it was, it was.   Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimeSalı Haz. 28, 2011 1:14 am

Kıza bakmazken, onun hayatını algılamaya çalıştı. Nasıl biri olduğunu, düşünmeye çalıştı. Kendisi hayatı hep parçalı-bulutlu yaşamıştı. Güneş, arada bulutların arasından gösterdi kendini. Isıtmaya çalıştı içini. Olmadı. Yağmur, arada ıslattı suratını. Vurdu suratına acizliğini. Olmadı. Saf bir mutluluk beklenmezdi hayatta. Peki niye etrafında sürekli mutlu görünen insanlar var? Kocaman bir sahteci dükkanı dünya. insanların bu kadar mutlu olmasından korkardı. O hep mutsuzdu çünkü. Hayatın ondan bir şeyler alacağını biliyordu. Öyle ya, daha çocukken başlamıştı almaya. Peki niye etrafınmda hiçbir şeyini kaybetmemiş insanlar var? Hatta bir şeyler kazanmışlar? Sürekli kendine soruyordu. Kendiyle boğuşuyordu. Bazen bencillik iyiydi. Buna inandırmaya çalışırdı kendini. Bazen hayatınızdan çıkarılacak insanların olduğunu bilmeniz, bir şey yapmanız gerektiğini hissettirir size. Güçlü olmak için beklerdi, ne yapması gerektiğini bilirdi. Bazen güçlü hissederdi kendini. Yapması gerekeni yapardı. Bazen yaptıklarından pişman olurdu. Sonra geçerdi. Bazen severdi. Sevdiğini sanardı. Bazen nefret ederdi. Ettiğini sanardı. Ama aslında mutlak bir yalnız olarak o, hiçbir şey hissedemezdi. Bazen ne kadar kararsız ve aptal bir insan olduğunu anlardı. Ağlardı. Bazense yaşadığı bütün bu duygular, geçmiş olsun, boktan bir hayatı var demekti. Gözleri kapandı hafif bir fısıltı kulağının dipsiz kıvrımlarında yol alırken.

“Başta her taraf siyah, karanlık. Ardından bir ışık görüyorsun, gerçek olmasa bile o kadar inanıyorsun ki o ışığa… İşte o, Tanrı. Kudretli Tanrı. Katolik inancından uzak, senin istediğin Tanrı. Ve o kadar iyi ki, ona inanman için seni zorlamıyor. Ayrıca çekeceğin ceza hakkında konuşma yetkisine sahip değilsin; ama bunun suçlusu o değil. Değersiz olduğuna inandığın; ama birilerinin uğruna hayvan kurban ettiği Tanrı. Ve o hepimizden yukarıda. Bunu kabullenmek zorundasın; çünkü inanacak neyin var ki? Ardından yağmur yağıyor, bu da şeytan olmalı. Soğuk. Üşüyorsun, değil mi? Sana meleklerin varlığını kanıtlayamam. Ya da inancı. İnanmak istediğin şeye inanırsın. Ben kedere inandım. İki yağmur damlasına yenik düştüm. Basit bir oyunda, elimde ne varsa kaybettim. Bana kimse gelmez. Hala gerçek olduğunu düşünüyor musun?”


Yüzünü pencereye döndü. Hava güneşliydi. Masmaviydi gökyüzü. Sokaktan geçen insanları izlemeye koyuldu. Konuşmak için acele etmiyordu. O hep aynanın karşısına geçip, kendi kusurlarını görür, kendini eleştirirdi. Olduğu insanı düşünür, kendinden nefret ederdi. Kendine haksızlık ettiğini düşünse de kimi zaman, bu düşüncesi çabucak geçerdi benliğini hatırladığında. Güneş içini ısıtır gibi oldu. Hala insanları izliyordu. Onun gözünde sadece çocuklar güzeldi. Diğer bütün insanlar birer yaratıktan farksızdı. Çünkü hepsinin hataları vardı. Kimisi ailesine kötü davranıyordu, kimi başka insanlara. Biri yalan söylüyordu sürekli, diğeri de sadece kendini düşünüyordu. Düşündü adam, insanların ne kadar kötü olduğunu düşündü. Hırsız da vardı belki gördükleri arasında, belki de katil. Belki küçücük kızlara tecavüz eden cani adam geçiyordu şuan önünden. İğrendi genç adam. Başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Bir kuş gördü gökyüzünde. Ne yaptığını o da bilmiyordu, uçup duruyordu. Adam kendine baktı, o da ne yaptığını bilmiyordu çünkü. Gözlerini kapattı. Kendini bir kuş kadar hafif ve özgür hissetmeye çalıştı. Rüzgar, sanki ruhunu alıp uzaklara götürecek gibi oldu bir an. Masmavi bir rüzgar esti. Rüzgarı içinde hissetti. Sonra, geçti.

" Eğer gerçek olduğumu düşünüyorsan, eğer gerçek olduğumu düşünüyorsam, ancak o zaman gerçeğimdir."

Hiç kuşku yok, bir şeyler olmuştu ona. Ve olanlar, hani o alışılagelmiş kesinlikle, açıklıkla değil, hastalık biçiminde olmuştu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz saçma, biraz rahatsız bir insan gibi duymaya başladı kendini, çocukken daha, hepsi bu kadar işte. Bir kez gelip yerleşince de bir daha kımıldamadı, kalakaldı öylece, ve o, hiç bir şeyi yok sandı, yanıldığını sandı. Gerçeklik nedir? Hissizdi. O da sevilmek istiyordu, herkes isterdi. Ama olmayacaktı, ve sevilmek gibi basit bir duygu için, bütün duygular basitti, kendi ruhunu değiştiremezdi. Değiştirmeye çalışamazdı. O kadar sığ değildi. Ruhunu değiştirirdi ama yapamazdı. Bilinç onu öldürüyordu ve bilinçlilik bir hastalıktı. O yüzden yapamıyordu. Sevgi veya başka bir şey hissetmek için kendi ruhunun katili olamıyordu. Çünkü eğer bir şey hissetmek için öyle bir katil olacaksa o ruh sonra başka bir ruh olacaktı, o olmayacaktı ki. O zaman o bir şeyler hissetmeyecelti yine, yeni olan mutlu olacaktı. Yeni olansa kendisi olmayacaktı, o zaman ne anlamı kalacaktı? Bir şeyleri feda etmenin? Kendini sonlandırmanın? Yalnız insanlar daha çok hisseder ama aslında hissetmezlerdi, onların his sınırları farklıydı.

" Ben, günışığının ulaşamadığı belki de ulaşmaktan çelindiği bir yerdeyim. Gündüzler karanlık. Geceleri ise kutsayan tek şey: Ay. Işığyla her yeri yıkayan ay. O yüzden yalnızım. Çünkü insanlar geceyi yalnız bırakır. Sokakları boşaltır ve onu terk ederler. Karanlığına tahammül etmek istemezler. Gece ise onu bir başına ve yalnız bırakanlardan intakımını ; kendi yalnızlıklarını hatırlatarak alır. Bu yüzden yalnızlık en çok ve en derinden geceleri hissedilir, ve benim bulunduğum yer hep gece. Bir yol olduğunu ne görüyorum ne de düşünüyorum. Burada herkes kendi yolunu ya kendi açıyor ya da sadece duruyor. İkisinin de sonucu aynı. İkisi de bir yere varmıyor. Güvenebileceğin tek kişi kendinken insanın şüphelerden şüphelere koşması neden? Ve eğer bir aynanın karşısına dikildiysem ben, diğer tarafında da sen olsan mesela, hangimizin gerçek olduğundan nasıl emin olabilirim ki? Nasıl? Bir fikrin var mı? Yok! Olsa bile bunun bu parlak güneş ışığında bir anlamı yok, çünkü bu benim gerçekliğim değil. Dünya, güneş ışığının gösterdiği kadar güzel değil çünkü. Yapabileceğin en fazla kanatlarını çırpıp süzülmek. Ama bu seni bir yere götürmez ya da beni. Ne yükselir ne de alçalırsın. Bir yer yok çünkü. Her yer sobe. Burası en ücre köşelerden biri ya da onların hepsi ve sen burada olmamalısın. Eğer buradaysan ve döndüğünde bir işe yaramak istiyorsan tek yapman gereken bir avuç ayışığı sunmak geldiğin tarafa. Kuzey mi güney mi sen karar ver istersen. Burada güneş yok. Umut yok. Acı yok. Sessizlik ve bilinmezliğin hükmü altında tek burjuvalar bilinemezciler. Ay karanlık yüzünü gösterdiğinde tüm aynalar kırılır. Hepsi ve hepimiz burada çürüyeceğiz bunun tartışması bile olmaz. Kimimiz suretiyle beraber gömülecek kimisi var olanı bile kaybetmiş olacak. Ama neredeyse hepsi suretleriyle, çünkü kim olduğunu bilemez insan. Ömrü bunu öğrenmeye vakit ayıramayacak kadar doludur çoğu zaman. Ben ve benim gibi tüm işini kendini çözebilmek olarak belirlemiş insanlar da olacak elbet. Sen ise bana şu an veya geçmişte veya gelecek bir zaman zarfı içinde yağmurun, ama herhangi bir yağmurun değil, yağan bir yağmurun ne kadar soğuk olduğundan dem vuruyorsun. Yağmur olmaz burada. Dikkatli bakarsan görürsün. Yeterince dikkatli bakıyor musun? Ne sen ne ben ne de aramızdaki ayna gerçek. Belki de. Gerçeklik, nedir? Ruhunu biliyor musun? O kadar şeffaflaşabildin mi?"
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

Time it was, and what a time it was, it was. Empty
MesajKonu: Geri: Time it was, and what a time it was, it was.   Time it was, and what a time it was, it was. Icon_minitimeSalı Ağus. 09, 2011 9:58 am

- SON -
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Time it was, and what a time it was, it was.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: The New York City :: Diğer Yerler & Mekanlar-
Buraya geçin: