Bu hissettiğim bambaşka bir şey. Nefes alışımda iyi ve kötü değişimlere sebep olan, ruhsal dünyamı farklı âlemlere sürükleyen, hiç var olmamışım gibi hissederken daha da ben olmamı sağlayan, güldürürken ağlatan aşk. Onunla bir elmanın iki yarısı gibiyiz diyemeyeceğim. Birbirimize benzemiyoruz. Beni ona çekende bu aslında bir yerde. Bedeninin her zerresini arzularken ona uzaktan bakmak bana yetmiyor. İlişkimizi tüketmekten korkuyor, enseme değen sıcak nefesi kovuyorum. Kendime mi ona mı ceza veriyorum bilmiyorum. Bedenim yanarken sönüyor buz tutarken alev alıyor sanki. Onunla olmak tarif edilemez… Var olduğunu bilmek beni mutlu ediyor. Burası cehennem mi Joseph varsa ben de varım. Bir gün beni terk ederse ona acıların en büyüğünü yaşatacağım. Yandığı ateşe körük atan ben olacağım. Hafife alınabilecek güçte değil ruhumda gezinen sevgi. Kalp atışlarımı yavaşlatabilir, durdurabilir. Bunu hissediyorum…
Hizmetçileri Rose’a yine en sinirli sesiyle haykırıyordu Loren. ‘ Topuklu ayakkabılarım nerede Rose!’ Genç kadın basamakları her zaman yaptığı gibi ikişer üçer atlayarak geliyordu kızıl cadının yanına. ‘Şey efendim hangisi?’ Sinir alnını kırıştırıyordu. Kocaman açılmış gözlerini kadının suratına dikti.’En sevdiklerim!’ Odanın içinde oradan orya koşuşturarak ayakkabıları bulmaya çalışıyordu zavallı kadın. Loren ise ellerini beline koymuş onu izliyordu. Üzerindeki kırmızı elbiseyi çekiştirdi. Düzeltmeye çalıştığı malumdu. Kadın bulduğu ayakkabıları kızıl cadının önüne bıraktı ve titrek sesiyle bir soru yöneltti. ‘ Efendim Bay Beaumont’la mı buluşacaksınız?’ Kadının sorusu cadıda şok etkisi yaratmıştı. Sakin olmaya çalışarak ‘Nereden anladın?’ dedi. ‘Şey biraz gergin oluyorsunuz ve üzerinize başınıza çok önem veriyorsunuz da efendim.’ Birbirine kenetlediği parmaklarını kütletti. Bunun anlamı açıktı onu tanıyanlar için. Kaçın! ‘Sana soran oldu mu Rose! Ha yani normal zamanda bakımsızım ben çirkinim. Onu mu demek istiyorsun! Bir daha asla haddini aşma! Kendini kapının önünde bulmak istemezsin öyle değil mi?’ Genç kadın sözlere içerlemiş gözüküyordu. Sesini çıkarmadı ve odadan ayrıldı. Siyah topuklu ayakkabılarının tahta zemini çizmesine aldırmayarak merdivenlerden aşağı süzüldü. Süzüldü diyorum çünkü giydiği kırmızı elbisenin eteği hoş dalgalanmalar yapıyordu havada. Kısaydı ama boldu. Bacakları kendini bir belli ediyor bir kayboluyordu. Güneş gözlüğüyle sakladı mavi derinliğini. Bulutların arasından sızan ışık teninde hoş bir tat bırakıyordu. İçini ısıtan şey Joseph’i görecek olmak mıydı? Yoksa bulutların arkasında kırmızıdan sarıya hoş bir renk geçidi sunan güneş miydi? Belki her ikisi de diye düşünürdü. Onun tenine o sıcaklığı sadece iki şey verebiliyordu. Hayat kaynağı güneş ve onun hayatının kaynağı Joseph. Kızıl cadının güneşi bu çarpık gülüşlü oğlandı. Erken gitmişti times meydanına. Beklemek en canını sıkan şeydi. Geldiğinde ona esaslı bir hesap soracağım, diye geçiriyordu içinden. Bunu unutacağını bile bile kendini kandırıyordu. Neredeyse eriyecek kıvama gelmişti. Joseph’in beline sarılmasıyla irkildi. ‘Nerede kaldın! Ah seni özlemişim.’ Şimdi daha makul bir pozisyonda birbirlerine sarılıyorlardı. ‘Bugün için bir planın var mı? Çok meşgul olduğunu biliyorum. Birazdan beni bırakıp gideceksen boşuna umutlanmayayım. Bir haftadır görüşemiyoruz’ Sitemkâr sözlerini bitirdiğinde onun aşkı dudaklarını araladı.