Alexander de Blois Sir Stafford | IV. Sınıf
Mesaj Sayısı : 11 Kayıt tarihi : 06/07/11
| Konu: Alex. Çarş. Tem. 06, 2011 7:49 am | |
| Ad-Soyad: Alexander de Blois Kişisel Özellikler: Romantik biridir Alex. Sigara kullanır. Kahve bağımlısı. Seksi sever. Ancak partnerine karşı bir şeyler hissetmediği taktirde de seksten uzak durur. Sevdiği kadını özel hissettirmek için elinden gelen her şeyi yapar acncak asla kılıbık değildir. Kıskançtır, sahiplerinir. Öfke kontrol sorunları var. Akademik başarıya fazlasıyla önem verir. Edebiyatı çok sever. Rol yeteneği ve sesi fazlasıyla iyidir.Tiyatro oyuncusu veya yazar olmak istemektedir. Aile Bilgileri: Alex'in babası uluslararası düzeyde başarı sahibi bir şirketin yöneyim kurulu başkanı Christopher de Blois. Annesi ise Fransa sosyetesinin en önemli yüzlerinden Crystalline Devereux. Alex istenen çocuktur ve ailenin tek varisidir. Alexander'ın New York'a gönderilme amacı Fransa'da ki magazinden uzak tutulmasıdır ve bir de çocuğun İngilizcesinin en üst düzeye ulaşmasıdır. Örnek RPG;
- Spoiler:
+Hem, yaşam verdiğim birinin ölümünü izlemek eğlenceli olur muydu sence?-Olmasaydı peşime düşer miydin? 1838, Londra’da bir ara sokak. Gittikçe yaklaşan adım sesleri, karanlık sokağın pis duvarlarında yankılanarak genç kızın kulağına geliyordu. Ses yükseldikçe korkunçlaşıyor, korkunçlaştıkça da kız daha hızlı koşmaya başlıyordu. Bunun bir yararı olmadığını bildiği halde kendini durduramıyordu. Damarlarına pompalanan kandaki adrenalin oranı arttıkça, daha uzun süre koşabilecek gücü buluyordu kendinde. Oysa bu koşuyu tam şu anda durdurmak için her şeyini verebilirdi. Ne de olsa yorulmaktan başka bir şey yaptığı da yoktu. Avcılar, kaçan avların peşinden koşmayı severdi ve avlarının korkusu her avcının içini eşi benzeri olmayan bir zevkle doldururdu. Genç kız, avcının içini zevkle doldurduğunu biliyordu bilmesine, aslında bu yüzden durmak istiyordu, ama vücuduna söz geçiremiyordu. Ölümünün avcıya zevk vermesini istemiyordu. Ve durdu. Bacaklarında kızın ağırlığını taşıyacak güç kalmamıştı, titredi, ayakta kalmaya çabaladı ama dizleri üzerine çökmeyi engelleyemedi. Gözleri, üzerindeki pislikleri ayrıştırmak istermiş gibi dikkatle kaldırıma bakıyordu, katili olacak adama bakmak istemiyordu. Kanın damarlarındaki dolaşım hızını yavaşlatmak için düzenli nefesler almayı denedi. Başını hafifçe yukarı kaldırdığında avcının karanlıkta zar zor seçilen siluetini gördü. Saçları olmayan bir rüzgarla uçuşuyor gibiydi ve gözleri, kedigillerin gözleri gibi yeşilimsi sarı bir ışıkla parıldayan gözleri, genç kızın ruhunu görebiliyor gibiydi.. Kız, boğazından yükselmekte olan hıçkırıkları içeride tutmak için çabalamadı. Karanlık sokakta duyulabilen tek şey avın kesik nefesleriyle birleşen hıçkırıklarıydı.Avcı, kıza doğru birkaç adım attı. Kız korkuyla kollarını bedenine doladı. Onun karşısında ne kadar savunmasız olduğunun bilincindeydi. Avcı sadece gülümsedi. Sıcak veya huzur veren bir gülümseme değildi bu, elbette. Daha çok dile getirilmemiş küstahça sözleri sembolize eder gibiydi. Açlıkla ve şaşkınlıkla bakıyordu kıza. Elini kızın çenesinin altına koydu ve gözleri aynı seviyeye gelinceye dek eğildi. Aslında daha ava başlamadan kızın kim olduğunu anlamıştı. Bu koku unutulacak gibi değildi. Hele de kızın kusursuz gözleri, unutmayı iyice zorlaştırıyordu. Yeşilin insanlarda pek rastlanmayan bir tonuyla parlıyordu gözleri ve onları çevreleyen siyah kirpikleri uzun, kıvrık ve gürdü. Gözleri doğuştan sürmeli gibi görünüyordu bu sayede. Saçları gece kadar karanlıktı ve hafif dalgalar şeklinde kızın incecik beline dek iniyordu. Dudakları ise gül rengindeydi ve kesinlikle öpme isteği uyandırıyordu. Ve kokusu, ah o kokusu, bir vampirin sonsuz yaşamında çok nadiren rastlayabileceği bir kusursuzluktaydı. Avcının bugüne dek sömürdüğü her kadından daha doğal kokuyordu, daha temiz ve daha saf. Bunda kızın bakire olmasının da etkisi vardı kuşkusuz, ancak kanındaki o yasemin kokusu geçmişin kapılarını zorla açıyordu ve vampiri mest ediyordu. Hele de bu gece vakti koku en mükemmel haliyle çevreye saçılırken, vampir geçmişin ağırlığından kurtulamıyordu. 1818, Londra’nın dışında bir çiftlik. Bu açlığı ebediyen durdurmanın bir yolu mutlaka olmalıydı kesinlikle. Kendini kandan fazlasıyla uzak tuttuğu her seferinde açlığına boyun eğip katliamlar yaratmaktan bıkmıştı ve kimselere söylemese de bu sebeple kanından utanıyordu. Yedi asırı geçkin yaşına rağmen kendini kontrol edemiyor oluşuysa bir başka utanç kaynağıydı onun için. Tanrım, neden kendini bir kerecik olsun insanlardan uzak tutamamıştı ki? Ve neden inzivaya çekildiği mağaranın otuz kilometre yakınında insanlarla dolup taşan bir çiftlik bulunmak zorundaydı?Başı, içtiği kanın bolluğundan dönüyordu ve içinde saklanan canavar şimdilik susmuştu. Aslında canavara da hak veriyordu, neden yüz elli yılını kandan uzak geçirmeye çalışmıştı ki? Canavarın açlıkla disipline edilemeyeceğini biliyordu. Yine de Pandora’nın Kutusu’ndan çıkamayıp sona kalan Umut’tan gelen o cılız sese boyun eğmişti. Cezasını çekenler ise bir bebeğin doğumunu kutlayan bir aile, ailenin dostları ve hizmetkarlarıydı. Kanını sömürdüğü insanlara ilk kez çok genç, çok yaşlı, hasta, masum, deli, güzel, çirkin… şeklinde ayırmamıştı. Bebek kanı da içmişti, ölümün eşiğindeki yaşlı bir kadının kanını da… Ve doyduktan sonra bile sırf çevrede tanık kalmasın diye, korkuyla duvara sinmiş her ölümlünün kafasını boynundan koparmıştı. Malikane kan gölüne dönmüştü ve vampir içtiği onca kana rağmen yorgundu. Üzerindeki ipek giysilerin kirlenip kirlenmeyeceğini umursamadan yere çöktü. Bedenine bir anda bu kadar çok kanın girmesine alışkın değildi. Vampirlerin bile sınırları vardı.Ellerini başının etrafına sardı. İçtiği insanların yaşamları gözlerinin önünden geçiyordu; hayalleri, en gizli tutkuları, anıları, düşünceleri, bildikleri her şey… Bu, engellemek için her şeyi verebileceği bir yetenekti. Yetenek. Vampir için, bu bir yetenekten çok bir lanetti. Ölümsüz yaşamını lekeleyen bir kusur, yaratıcısından miras aldığı bir genetik bozukluk… Kurbanlarının anılarını bir bebeğin ağlayışı kesti. Yaşamın adaletsiz bir yer olduğunu daha çok erken bir yaşında öğrenmek zorunda bırakılan bir bebeğin isyankar ağlayışı… Ve aynı zamanda vampire ‘Ben buradayım.’ diye haykırıyordu. Evet, öksüz çocuk şimdilik buradaydı. Birazdan, kansız bir et parçasından başka bir şey de olmayacaktı. Tristan, sıcak kanın kokusunu hissetmek için derin bir nefes aldı ve aldığı kokunun mükemmeliyetiyle şaşkına döndü. Böyle bir kokuyu son aldığında kurbanlarıyla oyun oynayarak zaman kaybedemeyecek kadar gençti. O gün o kokuyu aldığında, sarışın kadının yaşamına hızla son vermişti. Ve şimdi bir bebek aynı kokuyu taşıyordu. Daha büyümemişken bu kadar güçlüyse kokusu, bir genç kız olduğunda nasıl kokacağını düşünmek vampirin içindeki canavarı tekrar uyandırdı. Hızla bebeğin yanına yaklaştı ve onu, içinde yatmakta olduğu kan gölünden çıkardı. Sanki bir dokunuşuyla parçalara ayrılacak bir cammışçasına dikkatle tutuyordu bebeği.Bebeğin sarılı olduğu yeşil örtü, kanla kızıllaşmıştı. Bebeğin kanının kokusu dışında etrafını saran başka büyüleyici kokular da vardı. Ayrı ayrıyken insanoğlunu büyüleyen ezgilerdi ve bir araya getirildiklerinde, bir vampirin bile ağzını sulandıracak bir senfoniye dönüşüyorlardı. Bebeğin sesi kesildi ve yeşil gözleri iyice açıldı. Minik kalbi hızlı hızlı atıyordu. Hani minik bir kuşu yakalarsınız ve kalbi ellerinizde o kadar hızlı atar da onun korkudan öleceğini düşünürsünüz ya, işte öyle bir etki bırakıyordu ufak bebek yedi yüz yaşındaki vampirde. Daha yeni yeni çıkmaya başlamış gece siyahı saçları, insanlarda pek rastlanmayan bir yeşille parıldayan gözleri ve yasemin kokulu kanıyla vampiri büyülemişti. Bu çocuğu içmektense, onu saklamak, korumak, ona sonsuza dek sahip olmak istiyordu. Kanlı dudaklarının arasından bencil bir fısıltı çıktı. “Benim…” Bebek, bunu duymak onu rahatlatmışçasına hızlı nefes alışlarını durdurdu. Birinin ona bakacağını hissetmiş olması muhtemeldi. Ne de olsa bebekler, normal bir insandan çok daha iyi ayırırdı onu korumak isteyen ve ona zarar vermek isteyeni. Bu bebek de bir istisna değildi.Vampirin okyanus mavisi gözleri, bebeğin küçük yüzünde, çelimsiz vücudunda ve minicik parmaklarında dolandı. Ne yaptığının pek farkında olmadan sol işaret parmağıyla bebeğin kıpırdanıp duran parmaklarına dokundu. Parmaklar, vampirin soğukluğunu fark etmemiş bir şekilde kendisine uzatılan parmağı sıktı. Vampirin yüzünde bir gülümseme belirdi. Bebeğin kokusunu hafızasına kazımak istercesine burnunu ona iyice yaklaştırdı ve yasemin kokusunun mükemmel ezgisiyle inledi. Bebeğe bir isim koyması gerektiğini anımsadı o an. İçinden geçen tek bir isim vardı ve bebeğin adı bu olacaktı. “Jasmine.” 1838, Londra’da bir ara sokak. Tanrı aşkına, Jasmine’e hiçbir şeyden korkmamayı öğretmemiş miydi Tristan? Ona savaşmadan teslim olmamayı, kaçmaya çalışmadan ölmemeyi öğretmemiş miydi? Ve ona bir vampiri bile nasıl öldürebileceğini göstermemiş miydi? Adı gibi emindi Jasmine’in genç bir vampiri tek bir sıyrık bile almadan öldürebileceğine. Hatta yeşil gözlü kızın, yaşlı bir vampiri bile yaralayabileceğini düşünmüştü… Haksız çıkmaktan nefret ediyordu. Karşısında dizleri üzerinde ağlamakta olan kız, Tristan’ın yaşam verdiği, koruduğu, büyüttüğü, eğittiği ve ardından insan bir aileye emanet ettiği Jasmine olamazdı. Bu kız Tristan’ın rüyalarında gördüğü kız olamazdı. Bu kadar zayıf ve korkak olamazdı Jasmine! Ve Tristan’ı tanımamıştı bile. Babasını, kardeşini, dostunu, koruyucusunu ve yakın zamanda yoldaşı olacağı adamı tanıyamamıştı. Elini öfkeyle kızın çenesinden çekti ve sakinleşmek için şakaklarını ovuşturmaya başladı, bu hareketi yaparken bir yandan da volta atıyordu kaldırımın üzerinde. Ani bir hareketle kızın yanına döndü, kızı sol kolundan yakalayarak ayağa kaldırdı. Bedenleri birbirine tehlikeli denilebilecek bir sekilde yakındı. Hatta Tristan, kızın korkuyla inip kalkan göğüslerini rahatlıkla hissedebiliyordu. Bu düşünce bir an için vampirin beyninde daha farklı köşelere çekildi. Genç kızı ne kadar çok arzuladığını da işte o an fark etti.“Benden korkuyorsun…” diye mırıldandı kızın kulağına, “Peki kim olduğumu biliyor musun?” Kafasını iki yana salladı genç kız, bu hareket sayesinde siyah saçları ahenkle hareket etti ve kızın kokusu artarak çevreye yayıldı. Tristan gözlerinin ne kadar koyu bir renge eriştiğini tahmin edebiliyordu. Gökyüzü mavisi yuvarlaklar, lapis lazuli harelerle çevrilmiş olmalıydı ve bu laciverte yakın renk, kızın her hareketiyle daha da açığa çıkan koku sebebiyle iyice koyulaşıyor ve gittikçe göz bebeğine doğru yayılıyordu. Tristan bu renklerin içinde altın rengi damlaların olduğunu biliyordu, kurbanlarının çoğu ölürken buna dikkat ederdi. Bilmezlerdi ki bu altın rengi damlalar, vampirin hipnoz yeteneğinin dışa vurulmuş haliydi. “Ama bilmelisin. Bir insanın kendine yaşam veren adamı unutması pek yakışık alır bir durum değil ne de olsa.” Kızın gözlerinde bir ışık parladı. Gözleri vampirin yüz hatlarında tekrar tekrar dolaştı ve dudaklarına gelince durdu. Kızın dudakları aralandı ancak son anda konuşmaktan vazgeçti ve adamın tutuşundan kurtulmak için çırpınmaya başladı. Tristan bu hareketi fazlasıyla eğlenceli bulmuştu ve sırf bu yüzden kızın kolunu bıraktı. Jasmine yeşil gözlerinde parlayan öfkeyle bakmaktaydı vampirin gözlerine. “Sen nasıl bir kurtarıcısın da kahramanı olduğun kızı korkutmaktan zevk alıyorsun?”“Hiçbir zaman bir kahraman olmadım, bunu en iyi sen biliyorsun.”“Bu yüzden ailemi katlettikten sonra beni orada ölüme terk etmedin? Hikâyelerin meşhur kötü adamı olduğun için mi yaşamama izin verdin?”“Tamamen bir anda haydi bugün iyi davranayım düşüncesiyle ortaya çıkmış bir davranıştı. Aslında o gün gerçekten de iyi günümdeydim diyebilirim. Cennet’e de yatırımda bulunmalıyım arada sırada.”“Peki, neden beni kovalıyordun? Bu gerçek bir av mıydı?”“Elbette gerçek bir avdı. Ne sanıyorsun, sana yaşamını bir kez bağışladım diye seni her görüşümde tekrar yaşamana izin vereceğimi mi? Kanının kokusunun bu kadar çekici olmasına rağmen seni tatmak istemeyeceğimi mi? Buna inanabiliyorsan fazla kitap okumuşsundur. Gerçek yaşam, kurgulardaki gibi tozpembe ve her daim mutlu sonla biten olaylardan ibaret değildir. Birileri doğar, birileri ölür. Ve genelde ölümü getirenler vampirler olur. Tanrı’nın kaderinize yazdığından önce avlarız siz insanları, siz farkına bile varmadan ölümün kapılarını açabiliriz sizlere… Biz -nasıl desem?- yemeğimizle oynamayı severiz. Sizin yalvarışlarınızı, çırpınışlarınızı, ağlayışlarınızı ve verdiğimiz hazla inleyişlerinizi severiz. Oh, en çok da kanı seninki gibi kusursuz kokanları severiz. Hele bir de bunların kanlarının o tatlı, leziz, yeri doldurulamayan tadına taparız… Bu sebeple bazılarınıza sonsuz yaşamı veririz, veririz ki kokunuz yok olmasın ve ona sonsuza dek sahip olabilelim. Ben senin gibi kokan birkaç kadını harcadım Jasmine. Hiçbir zaman onlara sonsuz yaşam bahşedecek kadar sabırlı olmadım.” Vampirin ağzından çıkan son cümleler, kızın gözlerinde bir şeyleri öldürdü. Bu şekilde anladı Tristan, hala dünya üzerinde yürüyen en iyi yalancı olduğunu. Tristan sabırlıydı. Bugüne dek ondan fazla vampir yaratmıştı ama bu kişileri özenle seçmişti. Vampirliğin öyle önüne gelene verilebilecek kadar aşağılık bir şey olmadığını düşünüyordu. Seçtiği herkes güzeldi, zekiydi, dayanıklıydı hatta bazılarını özel olarak yetiştirmişti. Ardından onları özgür kılmıştı. Elbette birçok şart sıralayarak… Yine de çocukları özgür sayılırdı. Bu da Tristan’ın gurur duyduğu bir şeydi. Düşüncelerini tekrar kızın üzerinde odakladı ve ona yaklaştı. Vampirin attığı her adımla, Jasmine bir adım geriye gidiyordu. Sonunda sırtını soğuk duvarla birleştirene dek bu şekilde devam etti oyunları ve artık kaçabileceği bir yer kalmadığında vampire inatçı gözlerle baktı genç kız. Beni öldürmeye cesaret edemezsin ki diye haykırıyordu bu bakışlar. Tristan kıkırdamamak için kendini zorladı ama dudaklarında oluşan gülümsemeye engel olamamıştı. Dudaklarını kızın kulağına yaklaştırdı ve burnunu, kızın şahdamarının üzerinde gezdirdi. Yalnızca kanın kokusu bile yaşlı vampirin başını döndürüyordu. Kızın kanını içtiği zamansa büyük ihtimalle, sarhoş olacaktı. Dişlerini kızın damarı üzerine hafifçe batırdı. Kızın derisini delmemeye dikkat etmişti elbette. Çünkü istediği şey küçük bir yudumdu ve vücudu bu fikre yoğunlaşmadan kan içmeye başlarsa, kızı öldürebileceğine emindi. “Ne yani, beni öldürecek misin?” Kız karanlık bir şekilde güldü ve boğuk bir sesle konuşmaya devam etti, “Ne de olsa kanı benim gibi kokan birini daha harcamış olacaksın, senin için değersiz olmalı.” Tristan bu sözler üzerine dişlerini Jasmine’in boynunda yukarı aşağı oynattı, ardından şahdamarın yüzeye en yakın olduğu noktayı hafifçe yaladı ve dişlerini biraz daha bastırdı. Kızın nefesi tam anlamıyla kesilmişti. Kaçabileceği bir yer olmadığını biliyordu ve yine biliyordu ki, kurtarıcısı bu kez katili olacaktı. Vampir gülerek kızdan uzaklaştı, gülüşü hem eğlenir gibiydi hem de öfkesine hâkim olmaya çalışır gibi. Kahkahaları o kadar şiddetliydi ki, sokağın kuytu köşelerinde uyumakta olan kediler miyavlayarak gürültünün yüksekliğinden yakındı. Gecenin bu saatinde bizi rahatsız eden münasebetsiz de kim? diye sormak ister gibiydi kedilerin sesleri. “Jasmine…Jasmine… Jasmine… Kimse sana aç bir vampiri kızdırmaman veya onu öfkelendirmeye çalışmaman konusunda uyarmadı mı? Ah, bir dakika bekle…” Vampir düşünürmüş gibi yaptı ve kaşlarını çattı, dudaklarını buruşturdu ve çenesini hafifçe sıvazladı. Sonra ani bir öfkeyle kızın belinin sağ ve sol yanında kalan duçarlara sertçe geçirdi ellerini. “SANIRIM BUNU BEN YAPMIŞTIM!” Sağ elini kaldırdı ve kızın boğazını sardı. “Beni kokunla ve kanınla tehdit etme, çocuk. Bu ne kaçmanı sağlar ne de seni hayatta tutar.” Jasmine kelimenin tam anlamıyla dilini yutmuştu. Karşısında onu tehdit eden vampirin gerçekten ne kadar tehlikeli ve ciddi olduğunu o anda anlamıştı. Ve yapabileceği hiçbir şey yoktu. Tristan, Jasmine’le burunları birbirine değecek kadar yaklaştı kızın yüzüne ve sesine iyice tehditkâr bir hava katarak mırıldandı. “Hem, yaşam verdiğim birinin ölümünü izlemek eğlenceli olur muydu sence?” Kızın vereceği cevabı adı gibi biliyordu yaşlı vampir. “Olmasaydı peşime düşer miydin?” Bu soruyu uzun zamandır bekliyormuş gibiydi Tristan ve istediği soru kızın dudaklarından çıkar çıkmaz, sivri azı dişlerini kızın şahdamarına batırdı. Kızın çığlığı geceyi yarsa da vampir oralı olmadı. Kıza acı vermek istiyordu. Bir süre için. Ve ardından ona zevklerin en büyüğünü yaşatacaktı. Tabii onu öldürmemeyi başarabilirse…
| |
|
Josefine Abrahams Harrison Jewell | IV. Sınıf
Mesaj Sayısı : 106 Kayıt tarihi : 24/06/11 Nerden : Manchester/İngiltere
| Konu: Geri: Alex. Çarş. Tem. 06, 2011 7:55 am | |
| Kaydınız işleniyor. Sir Stafford IV. sınıf öğrencisi, verilen puan 20. İyi rp'ler. | |
|