Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 Oh, baby baby it's a surprising world

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Noah Tucker
NY Halkı
 NY Halkı
Noah Tucker


Mesaj Sayısı : 12
Kayıt tarihi : 29/06/11

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeÇarş. Tem. 06, 2011 2:22 pm

    Oh, baby baby it's a surprising world 11-1
    Noah Tucker & Desire Belcourt
    Zaman:
    Gece 10 falan.
    Mekan: Belcourt Family Villa, 95th Street, Manhattan, NYC, NY, USA. (Oh)
    Konu: Just a little surprise to Desire.


    Havaalanı kalabalığı. Kendimi bildim bileli aptal insanlar sürüsünden nefret etmişimdir ve o lanet amerikan aksanından. Amerikalılardan da nefret ettiğimi söylemiş miydim? Her şeyleri özenilmiş, tarihi bile olmayan saçma sapan bir ülke. Hiçbir işe yaradığı da yok, üstelik dilimizi çalıp embesil aksanlarını monte etmelerine ne demeli? Neyse tüm bu küçük beyinlilerle işim yok, böylesine iğrenç bir ülkeye adım atmamın tek bir sebebi olabilir ve o sebep de Desire. Uzun zamandır onun güzel yüzünü görmüyorum, benim gibi birinin aşık olabileceğine daha önce kimse inanmadı. Ben de inanmadım; fakat Desire. Nasıl anlatsam ki, her şeyden bir parçanın olduğu o mükemmeliyet. Onun yanında olduğunuz ilk saniye başınıza dert açacağını hissedersiniz. Öyle biri; ama onu sevmekten vazgeçmek, bunu hiç düşünmezsiniz işte. Onunla tanışıp aşık olmayan biri varsa büyük ihtimalle eşcinseldir. Londra'dayken bana şikayet ettiği tüm özelliklerinin onun muhteşemliğini oluşturduğunun farkında olmayışına bile aşıktım, gerçi neden geçmiş zamanda konuşuyorum ki. Hala deli gibi aşığım. O lanet kız, ondan asla kurtulamayacağım değil mi? Küçük kaltak. Her şeyin içine eden oydu, sonra bırakıp gitti. Nasıl bu kadar acımasız olabilir? Nasıl böylesine kendini benim kollarıma bırakır, benimle eğlenir, sevdiğini söyler ve sonrasında tek bir kelime bile etmeden ta Amerika denen o cehenneme kaçar? Nasıl bir cesaret, Noah Tucker ile bu derece oynar?

    Bana ne yaparsa yapsın tek bir gülümsemesi her şeyin telafisi oldu hep. Bu yüzden ondan asla vazgeçmedim. Ne kadar istesem de o kadar parayı toplayıp uçak bileti alamadım, aklımın bir köşesinde hep onun mavi gözleri ve haylaz gülümsemesi beliriyordu. Parayı biriktirdiğim saniye uçağa atladım ve şimdi buradayım. Bir gün öncesindeyim, Amerika'da. Onu almadan da eve dönmeyeceğim. Hiçbir şekilde, onsuz yapamam. Ona söylememiş olabilirim, çünkü hislerimi o kadar net ortaya koyabilen biri değilim. Daha önce hiç aşık olmadım. Aşık olmak nasıl bir şey hiçbir fikrim yoktu. Duygusal biriyim, mantıksızım; ama duygularımı ortaya koymam, içimde yaşarım. Bu yüzden mi bırakıp gitti beni diye düşünmeden de edemiyorum. Havaalanından dışarı çıktığımda New York'un akşamı beni karşılıyor. Milyonlarca taksi yolcu bekliyor, ben de onları memnun etmek için bir tanesine atlayıveriyorum. Gidecek hiçbir yerim yok, Dee'nin yanından başka. Kısacası beni reddederse sokaklarda yaşayabilirim; geri dönüş paramı biriktiresiye kadar. Gururumu böylesine ayaklarım altında ezebileceğimi hiç düşünmezdim ve zaten "o" hariç kimse için bunları yapmam. Ayrıca ona da bu acınası halimden bahsetmeyeceğim, acındırmak, peh, benim tarzım değil.

    "95. cadde" diyorum önümdeki bıyıklı adama. Hızlıca gaza basıyor ve yarım saat sonra caddenin önünde duruyoruz. Cebimde kalan son paraların dörtte üçünü de ona veriyorum. Karanlık sokağı ay ışığı bile aydınlatamıyor çünkü yağmur bulutlarının arasında kaybolmuş. Birkaç titrek sokak lambası haricinde önümü görmeme yardım edecek tek şey altıncı hislerim. Sokakta sıralı belki on tane ev var, hangisi Belcourt'lara ait fikrim yok. Sanırım posta kutularını okuyarak gideceğim. Julian denen abisi kapıyı açarsa büyük ihtimalle sorgulamadan yüzüme çarpar, o yüzden çok umutlanmasam iyi olur. Belki de pencereden girmeliyim. Evet evet, daha mantıklı. Kızları gözetlerken çatılara tırmanmak konusunda baya bir tecrübe edindim. O yüzden kapıyı çalmaktan daha az riskli olduğunu söyleyebilirim. İlk evin posta kutusunun üzerini okumaya çalışıyorum telefonumun ışığıyla. Sullivan's. Nope, bu değil. Birkaç adım daha ikinci ev için. Graham's. Na-a bu da değil. Üçüncü eve doğru yaklaşıyorum. Belcourt Family. Bingo!

    Uzun zamandır beklediğim o an gelmişken buna ben bile inanamıyorum doğrusu. Salonun ışığı açık, bir de sönük bir ışık büyük pencereli üstteki odadan geliyor. Orası olmalı, müzik sesinden anlaşılacağı gibi Julian veya ebeveyn cinsinden bir parça değil. Çıkmak için yolu planlıyorum kafamda. Şu ağaca çıksam, onun dalından sağdaki balkon. Ebeveyn balkonu olsa gerek. Ordan da borulara basarak sağa gitsek açık pencereden girebiliriz. Tamamdır. Pantolonumu çekiştirip arka bahçedeki ağacın gövdesine tırmanıyorum. Küçükken çok yapmıştım, hiç yabancı bir hareket değil. Ardından yüksek fakat kalın dallarından birinin üzerinde yürüyorum ve sakince balkona atlıyorum. Birkaç saniyelik dinlenmenin ardından, balkonun kenarına çıkıp, duvarın bitişiğindeki su borularından yan odanın açık penceresine doğru ilerledikçe müziğin sesi daha da artıyor. "Ooh baby baby, it's a wild world..." Tanrım bu şarkıyı beraber dinlerdik! Hatıraların canlanmasına engel olamıyorum fakat dengemi kaybetmemek için uçuşturuyorum onları zihnimden. Pencereden içeri ayağımı atıyorum, sonra diğerini ve en son olarak gövdemi ve sonunda odadayım.

    Karmakarışık bir oda olduğunu söyleyemem ama kesinlikle iyi ve sevimli, koket kız odası da değil. Dağınık biraz, yatağın üzerinde uygunsuz resimler ve yazılar mevcut. Asıl olay Desire'ın burada olmaması. Laptop'ı açık, müzik çalıyor, ışık da kapalı değil. Laptop'a doğru yaklaşıyorum yavaşça. Facebook, twitter ve LC denen bir şey açık. LC de ne lan? Touchpad'e bir dokunuşumla LC News denen bir sayfa açılıyor önümde. Pembeli siyahlı bir sayfa. Lola & Coco Her Yerde! Karla ve Nora'nın Park Sevdası. Bonnie Nerede, Ne Yapıyor? Tanrım bu saçmalık da neyin nesi. S*ktiret, böyle saçma işlerle beynimi yoramam. Yatağın üzerine fırlatılmış telefonuna doğru gidiyorum bu sefer. Açık ekranda Jace adında biriyle mesajlaşmaları var. Blackberry'i hiçbir zaman doğru düzgün kullanamadığımdan dokunmamaya karar veriyorum merakımı gidermeye çalışırken. Yorganın üzerindeki sakız kutusundan bir sakız ağzıma atıyorum sonra. Az önce içeri daldığım pencereye yaslanarak kollarımı göğsümde birleştiriyorum ve yatağın üstündeki resimleri inceliyorum.

    O sırada içeriye giren silüet beni ürkütüyor. Birden onun Desire olduğuna kanaat getiriyorum. Üzerinde sadece gövdesini sarmış bir havlu var, bir de kafasında. Tırnaklarını inceleyerek odaya giriyor, ardından kafasını kaldırıp beni görüyor, gözgöze geliyoruz. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlarken, bunu belli etmemek için harcadığım enerjiden ötürü yoruluyorum resmen. "AAA!" diye bir çığlık atıyor önce. Kim odasında bir erkek bekler ki zaten. Gözlerini kısıp tekrar bakıyor. Sanki orada olduğuma inanmıyormuş gibi. Eliyle ağzını kapatıyor sonra. İçeriden tanımadığım bir kadın bağırıyor. "Dee iyi misin?!" Desire çarparak kapıyı kapatıyor, sonra kapattığı kapıya yaslanıp konuşmaya çalışıyor. Önce bir -a sesi çıkıyor. Ardından "İyiyim. Sorun yok." diye karşılık veriyor. Sonunda ağzımı açabiliyorum. "Naber?"

    yazmazsamölürdüm:

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Desire Belcourt
Yale | I. Sınıf
 Yale | I. Sınıf
Desire Belcourt


Mesaj Sayısı : 315
Kayıt tarihi : 06/09/10
Nerden : Empire State Of Mind

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimePerş. Tem. 07, 2011 1:39 pm


    Lastik tokayı kafamdan çıkarmaya çalışıyorum, saçlarım karışmış, canım yanıyor. Yatağımın üzerindeki resimlere kayıyor gözlerim. Gülmeden edemiyorum. Aria ve Bonnie’nin öpüştüğü şu resim, Heather’ın masanın üzerine çıkıp şarkı söylediği resim’ler’... Tanrım! Yatağın üzerine oturup, ayaklarımı altımda topluyorum. Parmaklarım bütün resimlerin üzerinde dolaşıyor. Düşününce, bu sene gayet eğlenceli geçmiş. Telefonumun sesi ile tüm senemize odaklanmış olan dikkatim dağalıyor. Jace. Çok garip davranıyor. Bana dair hiçbir şeyi umursamadığını söylüyor, sonra sabaha kadar ne yapıp ne ettiğimi soruyor. İlgiye karşı koyabilen biri değilim, ayrıca Jace’den gerçekten çok hoşlanıyorum. Yine de, ne bileyim, garip davranıyor işte… "Desire, baban aradı…" Cici anneciğim, bana babamın bir ay boyunca evden uzak olacağını müjdelerken ayaklanıyorum. Jessamine’in sorunlarımın başı olduğu günler oldu, fakat şu an beni hiç rahatsız etmediği de bir gerçek… Ayrıca kendisi spaya gidecekmiş. Ev bana kalacak. Parti veririm demiyorum. Ama kızlarla burada takılacağımıza şüphem yok. Üzerimdeki tişörtü bedenimden sıyırırken bilgisayardan bir bilgilendirme sesi geliyor. Sutyenimin askılarını gevşetiyorum, omuzlarımdan kayıyorlar. Lola & Coco, tabii ki.

    Bilgisayar başından kalkıyorum. Elimde kalan telefonumu yatağın üzerine fırlatıyorum. Soğuk bir duşa ihtiyacım var, ev havası beni boğuyor çünkü… Banyo kapısını ayağım ile itelerken Jess’e sesleniyorum. “Ben duşa giriyorum…” Doğru, bilmesine gerek yok. Çocuk değilim, izin de almıyorum… Ama size şu kadarını açıklamama izin verin; Jessamine McGonnagal yeryüzüne gelmiş geçmiş en sersem insandır. Bu durumu yirmi beşine gelmesi ve buna rağmen hala ergenlikten çıkamamasına da bağlayabilirsiniz… Her neyse, eğer bana seslendiğinde duymazsam; yukarı gelip kontrol etmek yerine direk olarak babamı, kız evden kaçmış diye arayabilir. Yapmadım da demiyorum, beni de bilen biliyor. Uslu bir kız sayılmam… Anlatmak istediğim şey şu bu güne kadar kimse, Jess kadar titremedi abimle benim üzerimize. Annelik yapmaya çalıştığını biliyorum. Kendinden sadece birkaç yaş küçük gençlere böylesine değer vermek de zor olmalı… İşte bu yüzden üzerime düşeni yapıp, onu küçük bir kızmışım gibi her hareketime onay verme fırsatı tanıyorum. Karşılık olarak da, o bana bir annenin asla tanımayacağı fırsatlar sunuyor… Doğrusu gayet, iyi bir antlaşma.

    Duşu açtığımda sırtımdan aşağıya dökülen buz gibi su, nefesimi kesiyor. Bundan hoşlandığımı söylemeliyim. Bana daha rahatlamış hissettiriyor, ayrıca kışın bile “sıcak bir bıcı bıcı” taraftarı olmadım ben. Ya, öyle işte… Bir süre kımıldamadan olduğum yerde bekliyorum. Şampuana bile uzanasım yok. Üşengecim. Üzülüyorum. Kendimden hoşlanmıyorum… Eğer Yale veya bir başka “iyi” üniversiteye ‘kabul edilmezsem’ ailem beni evlatlıktan reddedebilir. Evet ayrıca, mesele sadece kabul edilmem, sonrasında ne bok yersem yiyim bana karışmayacaklarına adım gibi eminim. Son olarak, bir dakika –ne saçmalıyorum ben? Beynim mi dondu? Suyu kapamalı mıyım?

    Duştan çıktığımda girişteki halime nazaran daha normalim. Göğüslerimi elimle örterken bir diğer elim aynanın yanındaki havluya uzanıyor. Saçlarımı tarıyorum. İçerden müzik sesleri geliyor. Media Player’i kapatmayı unutmuş olmalıyım. Wild World’ün bitişi, evet bu şarkıyı çok severim. Ve ayrıca bu şarkıyı şey de çok sever… Boş verin, şeyin kim olduğu sizin işiniz değil, haksız mıyım? Tırnaklarımın üzerindeki beyazlıkları incelerken yine tekmeleyerek açıyorum kapıyı. Vitaminsizlik miydi bunların sebebi? Beslenme problemleri olmadığına eminim, yani çünkü bende öyle bir problem hiç olmadı –olmayacak. Cam kenarındaki karartıyı fark etmemle kafam yukarı kalkıyor hızla. Dudaklarımdan o anki şaşkınlıkla bir çığlık yükseliyor. Kedi falan sanmıştım, fakat karşımda benim yaşlarımda bir adam duruyor. Yüzüne baktığımda tanıdık gözleri beni deliyor. Onu tanıyorum, keşke tanımasaydım ama tanıyorum. Bayanlar baylar, size ilk aşkım, belalı Noah Tucker’ı takdim etmeme izin verin. Orada olmaması gerek, yani imkânı yok tamam mı? Bir daha bakıyorum, ellerini göğüs hizasında birleştirmiş beni izliyor. Elim ağzıma gidiyor anında, yeni bir çığlığa engel olmak için. Jessi’nin sesi yakından geliyor, tahminen merdivenlerin oradan. "Dee iyi misin?!" Kapıya koşuyorum hemen, çarparak kapatıyorum. Beynimde kelimeleri toparlamak inanılmaz güç geliyor. "İyiyim. Sorun yok." diyebiliyorum sadece. Kapıya yaslanıyorum. Noah’a olabildiğince az bakmaya çalışıyorum, onu gördükçe nefes alış verişim zorlaşıyor çünkü.

    "Naber?" Bir saniye bekleyin, o naber mi dedi az önce bana mı öyle geldi? Yani bana bir açıklama borçlu, üç sene sonra odama girip hal hatır soramaz. Gittiğim için nefret kusabilir ama bu olmaz. Gözlerimi üzerine sabitliyorum. Hala aynı görünüyor, hatta o kadar aynı ki üzerindeki bez parçasından anında kurtulup kendimi kollarına bırakmakla ilgili tonlarca senaryo geçiyor beynimden. Hepsini geçiştiriyorum tabii, şimdi olmaz. Hatta hiçbir zaman olamaz artık, olur mu yoksa? Yok yok, olmaz.

    "İyi-“ kelimelerin hatalı olduğunun farkındayım, bu sahiden iğrenç bir durum. Ne söylemem gerektiğine dair ufacık bir fikrim bile yok. Sormak istediğim onca soru varken onunla böylesine gereksiz bir sohbete girişemem. "Burada ne arıyorsun?" diyiveriyorum ardından. Tanrım! Sahiden öküzün tekiyim, bu kadar açık sormama gerek yoktu. Yani, ya onu görmekten memnun olmadığımı düşünürse, kesinlikle yanlış anlamış olur beni. Yatağın kenarına oturuyorum. O hala ayakta. Şu an, üç senedir özlemini çektiğim bir hisle boğuşuyorum. Varlığı beni mutlu ediyor. Başka kimse çevremdeyken, şu anki gibi hissetmedim. Hissedeceğimi de düşünmüyorum. Ona da söylemiştim. Ardından şehirden ayrılmam yüzünden durumun gerçekliğine kanaat getirememiş olabilir, hak veririm. Ama ciddiydim. Noah’ı seviyordum, şu an için konuşmaksa oldukça zor. Birkaç sene içinde inşa edilmiş olan hayatımı onun için bırakamayabilirim… Arkadaşsız olduğum zamanlardı onun için her şeyden vazgeçtiğim o günler… Şimdiyse, kızları bırakamam. Jace, açıkçası Noah ve Jace arasında seçim yapmam gerekebileceğini hiç düşünmedim bile. Öyle bir şansım olmayacaktı, ama şimdi var ve bu durum size anlatamayacağım kadar berbat.

    "Batırdım…” diye söyleniyorum. Mırıltılarımdan bir şey anlayacağını sanmam. Neyi batırdığıma gelirsek… Sanırım, her şeyi diyebiliriz. İngiltere’de kalmak gibi bir şansım vardı. Babamlar beni zorlamadı, uzaklaşmak istedim. Bu yüzden, gerçek olabilecek tek düzgün ilişkimi batırdım. Düşüncelerimle boğuşurken az önce, kendi zihinsel sağlığımın da içine etmiş olabilirim… Ve evet, sahiden duygularından arınmış bir kızım. Şapşal ve düşüncesizim de… Bonnie haklı o konuda. Kafamdaki havlu saçımdan kayıyor o sırada, yatağa düşüyor. Uzun bir zaman boşluğundaymışız ve saatlerdir var olan tek hareketlilik buymuş gibi hissediyorum. Ayağa kalkıyorum ve Noah’a doğru birkaç küçük adım atıyorum bir yandan havluyu düşmemesi için düzeltirken… Düşünmeden sarılıyorum. İhtiyacım olan şey bu, uzun zamandır buydu. Sadece kabul edemeyecek kadar fazla kaptırmıştım kendimi Amerikan rüyasına. "Seni özledim…” İçten bir fısıltı dudaklarımdan dökülüyor. Ardından uzaklaşıyorum ondan karşılık vermesine fırsat vermeden. "Tabii hala bir cevap istiyorum…”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Noah Tucker
NY Halkı
 NY Halkı
Noah Tucker


Mesaj Sayısı : 12
Kayıt tarihi : 29/06/11

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeCuma Tem. 22, 2011 5:53 pm


    "İyi-“ sesi kesiliyor birden. Sanki her şeyin yeniden farkına varmış gibi. Uzun bir sessizliğin ardından saçlarından düşen havlusu bizi kendimize getiriyor. Diyorum da ben hala kendimde değilim ki. Onun varlığının içimde yarattığı bu his yüzünden hiçbir şekilde hareket edemiyorum. Birden onun yanında olmanın verdiği hissi ne kadar özlediğimi hatırlıyorum, gerçi ne zaman aklımdan çıktı diye de düşünmüyor değilim. Onun varlığının benim ruhuma kattığı bu kirlenmiş aşkın duru haliyle kalbimi durmuşçasına ışık hızıyla attırıyor. Şu an düşüncelerimin sadece aşkla kısıtlı kalabilmesini imkansız kılan şey ise mükemmel vücudunu kapatan tek şey olan o havlu parçası. Ona ne kadar sarılıp, uzun bir öpücük vermek istiyorsam bir o kadar da havluyu bir kenara fırlatıp bedenini yatağa itmek istiyorum. Böylesine ilginç şeyler yaşatıyor bana, daha önce hiç yaşamadığım şekilde. Belki de hiçbir zaman yaşayamayacağım şekilde duygular. Mavi gözlerinde milyonlarca şey gizleyebilecek kadar gizemli olmasının yanı sıra, o kadar da yumuşak bir açıksözlülükle her şeyini anlatıyor ki en güvendiği kişi sizsiniz sanıyorsunuz. Zamanında kıymetini tam bilememiş olabilirim; fakat onsuz geçen her saniyede her bir parçasına aşık olduğumu fark ederek yaktım kendi canımı.

    Derin bakışlarımızı bölecek şekilde kısa bir süre sonra bir kez daha açıyor bir zamanlar öpmeye doyamadığım dudaklarını. "Burada ne arıyorsun?" Şaşırmadım değil. Daha duygusal sözler beklerdim. Hele ki çekip giden o iken. Azarlanan niye ben oluyorum? Sürtük işte, hep böyle yapıyor. Oyunbozan. Burada ne mi arıyorum? Seni arıyorum lanet kadın! diye bağırmak istiyorum ama ona bağırmak ne mümkün. Böylesine şaşkın şaşkın suratıma bakarken tatlılığını yemek istiyorum aslında. Cidden ben burada ne arıyorum ki diye de bir kez daha düşünüyorum. Beni reddetme ihtimalinin arttığı şu saniyelerde eve nasıl döneceğim ya da burada kalabilecek bir barınağı nasıl bulabileceğim sorunları da mantığımı kemiriyor. "Batırdım…” diye mırıldanıyor hafifçe. Tam ağzımı açıp "Neyi?" diye soracakken yavaş adımlarla ve gözleri gözlerimde bana yaklaşıyor. Aslında yüzüme bir tokat atıp evimden defol seni sapık herif diye bağırmasını beklemiyor değilim. Ağlardım lan. Hakkaten ağlardım. Nolur tokat atma Dee.

    Fakat o tokat atmak yerine kalbimi yerinden çıkaracak bir yakınlığa ulaştıktan sonra titreyen bedenime sarılıyor. Kollarını sırtımda birleştiriyor ve bedenini benimkine yaslıyor. Bana her şeyden çok güveniyormuş gibi sarılıyor. Öyle ki karşılık verebilecek halim olduğunu sanmıyorum. Kollarımı kaldırmaya gücüm bile yetemez halde. "Seni özledim…” Beni özlediğine inandığımı hiç sanmıyorum. Özleseydi bunu belli ederdi. Aramadan sormadan çekip gitmezdi. Yine de kalbim buna inanmakta hiç de zorluk çekmiyor. Bense tepkisiz ve donuk bir şekilde bana sarılışının şokunu atlatmaya, kalbimi yavaşlatmaya ve ne kadar umursadığımı belli etmemeye çalışıyorum. Peki neden? Neden umursadığımı belli etmemeye çalışıyorum ki? Lanet hayatımı harika kılıp s*ktirip giden bu kız değil mi? NEDEN UMURSAMAYAYIM Kİ? Neden yapayım bunu? Adrenalinle karışık öfkem damarlarımdan tüm vücuduma yayılıyor. O ise ince bedenini geri çekip gözlerime bir kez daha derinlemesine bakarak tekrar ediyor. "Tabii hala bir cevap istiyorum…”

    Sen kimsin ki benden cevap istiyorsun diye ortalığı inletmek istiyorum şu an. Cevabı alması gereken benim. Soruları sorması gereken benim. Soru sormaya fırsat vermeden giden sensin Dee. O acımasız kalpli sensin Desire. SENSİN! Dee'nin boşta duran kolunu sıkıca kapıyorum tek elimle. "Seni almaya geldim." Sakin olmaya çalışıyorum, o ise boş boş bana bakıyor. Ne dediğimi anlamamış gibi gözlerini mavi gözlerime dikiyor. Öfkeme sahip olmak şu an yapabileceğim şeyler listesinde değil maalesef. Diğer kolundan da tutup sarsıyorum kızı. "Hani benimdin Dee?! Hani beni bırakmıycaktın! O lanet sabah kalktığımda niye s*ktirip gittin?!" Kızgınlığım damarlarımı da aşıyor ve tüm bu sözcükleri zincirlerimi kırarak haykırıyorum yüzüne. "SEN BENİMSİN. Anlıyor musun Desire, BENİMSİN. SEN, BENİMSİN." Bu sözcüklerimi daha yavaş ama dişlerimi sıkacak kadar sert ve öfkeli söylüyorum. "BENİMSİN!" diye bağırıyorum son kez daha. Her şey karman çorman. Her şey boktan.

buna da buna da:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Desire Belcourt
Yale | I. Sınıf
 Yale | I. Sınıf
Desire Belcourt


Mesaj Sayısı : 315
Kayıt tarihi : 06/09/10
Nerden : Empire State Of Mind

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeC.tesi Tem. 23, 2011 11:44 am

    "Seni almaya geldim." Kelimeleri art arda dizerken kullandığı o kendinden emin ton dudaklarımın şaşkınlıkla aralanmasına sebep oluyor. Şu dakikaya kadar gerçekliğini fark edememişim gibi, kolumu sıkan ellerine kayıyor gözlerim. Bana kızgın olduğunun farkındayım, bunun bilincinde olmak daha da acıtıcı o saniyelerde. Kafama bir şaplak atmak istiyorum. Doğru kelimeleri seçememiş olmaktan yakındığımdan değil, onu sinirlendirmiş olduğum için kendimden nefret ediyorum. Gerçi bu çok şaçma bir bakış açısı, Noah her zaman sinirliydi… Çoğu zaman benimle alakalı olmazdı kızdığı şeyler, ya da yanlış hatırlıyorum. Konuşmam gerek, asla dönmeyeceğimi anlatmam gerek ama yapamıyorum. Ne diyebilirim ki? Arkadaşlarımı bırakamam mı? Bunu dersem ona beni neden bıraktın o halde deme hakkından başka ne sunmuş olurum? Boş bakışlarım ve tepkisizliğim sabırsız yapısını alarma geçiriyor. Diğer kolumdan tutup beni sarstığında anca kendime geliyorum. Gözlerindeki sinir o kadar gerçek ki… O kadar, burada ki… O Noah, sinirli ve burada. Burada, yanımda. Odamda… Algısal yetilerimi zorluyor şu durum. Sahiden.

    "Hani benimdin Dee? Hani beni bırakmayacaktın?! O lanet sabah kalktığımda niye s*ktirip gittin?!" Hayır, lütfen yapma. Böyle konuşma. Yalvarırım. Yapma… Gözlerimin dolduğunu hissediyorum ve kendime lanet okuyorum. Benim de bunu ona yapmaya hakkım yok. Haklı, giden bendim. Haber vermedim. Ve şu an karşımda bana hesap haklı bir şekilde hesap sorarken ağlayacak olursam… Yeniden kaçmaktan başka bir şey yapmamış olurum. Yeniden… "SEN BENİMSİN.” Kelimelerinin gerçekliği o kadar ürkütücü ki, onunum. Düşüncelerin ve hislerin gelip geçici olduğuna kendimi inandırmış olmam bir kenara, yanıldığımı bana ispatlıyor iki kelimeyle. Ben hala onunum. ”Anlıyor musun Desire, BENİMSİN. SEN, BENİMSİN." Ağır ağır konuşurken, beynime kazıyor kelimeleri. Gözlerimi kaçırmak, kendimi elinden kurtarıp banyoya kilitlemek istiyorum. Öfkesinden saklanmanın bir yolunu bilsem, ne pahasına olursa olsun gerçekleştiririm. "BENİMSİN!" diye bağırıyor bir kez daha, korkularıma Noah’ın yükselen sesinin Jessi’yi odama çekeceği gerçeği de ekleniyor. Bunu istemiyorum, hiç birini kafamı çevirip kapıya bakıyorum aceleci bir edayla. Belli ki evde değil Jessi, ya da hiçbir şeyi ruhu duymuyor çünkü uyuyor. Geri gözlerine döndüğümde, hayal kırıklığıyla karşılaşıyorum. Öfke ile harmanlanmış bir hayal kırıklığı. Benim eserim.

    Konuşmam gerek, farkındayım. Bir şey söylemeliyim. Neyin neden olduğunu açıklamam gerek. Büyük ihtimalle ilgisini çekmeyecek söylediklerim. Hatta bu güne kadar umurunda olduğumu bile düşünmüyordum... Ama ona borçluyum. Karşımdaki kim olursa olsun, beklenmedik bir terk edilmenin sebebini hak ediyor. "Seninle gelemem,” diye başlıyorum söze, doğru değil tabii. Ne de olsa kimse beni burada kalmam için zorlamıyor, gelmem için zorlamadığım gibi. "Gelmem.” diye düzeltiyorum ardından kendimi kelimenin telaffuzunda zorlanmış gibi tekleyerek. Yanlış yerden başlıyorum bir kez daha… Aptal Desire. Ne zaman ne konuşmam gerektiğini bildim ki? Yapamam edememlerle ilerleyecek bir muhabbetin içinde değilim. Yaptımlar ve ettimler var yalnızca… Geçmiş zaman konuşulacak önce, gelecek bekleyebilir… Üzgün olduğumu söyleyerek başlamak istiyorum. Annemden kaçtığımı söylemek… Sorun sende değildi, bendeydi diyebilirim belki. Ama olmaz, ben asla bir klişe insanı olmadım. Kendime has bir üslupla anlatmak ise zaten fazlasıyla zor… Gözlerine bakıyorum yeniden. Beklenti ifadesi ondan çok benim içimi kemiriyor. Elimden geldiğince hızlı açıyorum ağzımı. "Sen o kalktığın gün gittim sandığında, hala Londra’daydım…”

    Anlamsız geldiğini biliyorum. Şu an saçmaladığımı düşünüyor olmalı. Ama öyle değil. Büyük annem geçirdiğim tramvayı atlatabilmem için ortalıkta görünmememin gayet mantıklı olduğunu iddia etmişti oysa… "O sabah senden kaçmadım, büyük anneme bir kahvaltı sözüm vardı, Noah.” Ona bu şekilde hitap ettiğimde, midem kasılıyor. Adı Tuck. Fakat öyle seslenirsem, samimiyet sınırını aşmış olmaz mıyım? Veya bizim öyle bir sınırımız mı var ki? Noah diyince de çok mu soğuk göründüm? "Gittiğimde, annem oradaydı. Tanrı biliyor gelmesini bekliyordum. Yani, büyük annem boş yere sabah erken evde olmamı tembihlemezdi.” Beni başından atabilmek için her şeyi feda ederdi çünkü. "Sorun şu ki annemin yanından biri vardı, abim yaşlarında…” Konuşmanın gidiş yönü ve etkisi hakkında bir fikrim yok. En azından olanları kısa bir biçimde özetlemeliyim yine de. Üç sene sonra, bu muydu diyecektir. Bunun için mi kayboldun? "Sevgilisiymiş.” Genç adamın yüzündeki o sıradan ve candan gülümsemeyle bana bakışını hatırlıyorum, ardından o güne dair hatıralarımın içine Tuck sızıyor. Karşımdaki çocuk gibi değil, farklı bakıyor. Gözlerindeki ifade sinirle kirlenmemiş... "Bir hafta boyunca evde kaldım. Annem sürekli ziyarete geliyordu. Hoş değildi, inan bana. Yaşadığım en boktan hafta olduğunu söyleyebilirim. Neyse, babam ve Julian Amerika’ya gelecekti. Bende düşündüm ki-” Gülümsemek istiyorum ama içtenlikten değil, dünyada sahiden nefret ettiğim tek insan ve benim için fazlasıyla değerli olan erkek arkadaşımın benzer bir özelliklerinin olduğunun farkındalığının yarattığı gülme isteği bu. "O da tıpkı senin gibi Amerika’dan nefret ediyor. Beynimi sikmek için çevremizde dolaşmayacaktır. Ve mantıklı geldi, anlıyor musun?” Ne kadar gereksiz konuşuyorum. Ne kadar mantıksız… Korkak bir salağım. Gitmem gerekmiyordu, hayır. Neden gittim? Gitmemeliydim. Geri dönemem ama, hayır olmaz. Konuşmaya devam edebilirim, bu haksızlık. Gittiğim için üzülen tek sen varsın gibi davranma diyebilirim. Yapmayacağım, şimdilik yeterince laf kalabalığına imza attım sonuçta…


oh fak:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Noah Tucker
NY Halkı
 NY Halkı
Noah Tucker


Mesaj Sayısı : 12
Kayıt tarihi : 29/06/11

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeC.tesi Tem. 23, 2011 1:31 pm


    "Seninle gelemem,” Her bir kelimesi kulağıma kazındıkça kalbimi acıtıyor. İnanmak istemiyorum, her ne kadar gerçekçiliği az olsa da bana nasıl karşı koyabilir diye düşünmeden de edemiyorum. Çekiciliğime değil, o da bir etken tabi ama daha çok onun için buraya kadar beş parasız halde gelip aşkının bitmediğini, kirli bir pantolon ve yaralı bir dirsekle haykırarak açıklayan bir adama nasıl karşı koyabildiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Sözcükleriyle beraber ince kollarını sıkan ellerim gevşiyor, yüzümde şapşal bir ifade. Ne denildiğini anlamayan köpekler gibi bakıyorum suratına. İnanmak istemiyorum, her ne kadar inanmak zorunda olsam da. Onu bu pislik ülkeye bağlayan ne var ki diye düşünüyorum. Kim var? Arkadaşları mı var? S*ktiğimin arkadaşları yüzünden mi elimden tutup benimle İngiltere'ye dönmüyor? Onları bırakmak bu kadar zorsa beni bırakması neden bu kadar kolaydı? Belki ona yeteri kadar belli edemedim, bu tamamen benim suçum ama o benim ilk ve son aşkım olacak, her daim, kaç beden geçerse geçsin hayatımdan bir tek onun ruhu kalıcı olacak. Bir tek onun okyanus gözlerindeki iri dalgalarda kaybedebilicem benliğimi. Bir tek onun karşısında Tuck değil de Noah olabileceğimin farkında olacağım. Peki neden o bunun farkında değil?

    Tüm sorularım beynimin her yanını kemirirken bir kez daha açıyor ağzını usulca. Düzeltmeye çalışıyormuş gibi hatasını "Gelmem.” diyor tereddüt içinde. Gelmem mi? Gelemem de değil. Gelmem diyor. Daha kötü değil mi? Gelemem de en azından isteği varmış gibiydi, onu zorlayan bir şeyler vardı burada kalması için. Gelmem'de ise... İstemediği var. İstemiyor. Ne beni ne de soylu İngiltere'yi istemiyor. Hadi vatanı geçtim, BURAYA kadar gelip, lanet balkonundan içeri atladım. Ona her şeyimi verdim, gelmem diyor. GELMEM diyor. Böyle bir seçeneği olduğunu sanıyorsa ciddi anlamda yanılıyor. Bedenim hiçbir şekilde hareket edemiyor. Sadece kendimi onun dudaklarının arasından dökülen sözcüklere odaklayabiliyorum. Mantığım son söylediği sözcüğü sindirmeye çalışırken, olayları kavrayamamışçasına çatıyorum kaşlarımı, ağzım hafif açık, şaşkınım. Beni istemediği için şaşkınım. Benden bahsediyoruz. Yaşadığımız onca şeyden sonra, kimse için harcamadığım gözyaşlarımı onun için döktükten sonra beni istemiyor. Ellerim zarif bileklerinden kayarak düşüyor. Anlamakta güçlük çekiyorum. Anlayamıyorum. Anlamıyorum.

    "Sen o kalktığın gün gittim sandığında, hala Londra’daydım…” Ne? Bunu da mı söylemedi bana. Her bir cümlesiyle şaşkınlık sınırlarımı zorluyor. "O sabah senden kaçmadım, büyük anneme bir kahvaltı sözüm vardı, Noah. Bana hiçbir zaman Noah demedi. Hiçbir zaman. Noah. Ciddiyet çerçevesinin dışarısına bile çıkmaya korkuyor. O kadar yabancı kalmışım onun için. O kadar uzağındayım, o kadar geride bırakmış beni, o kadar gömmüş ki geçmişin soluk sayfalarına. Onun için sadece Noah'yım. Noah. İlk tanıştığımızda bile Noah demedi bana. İlk defa diyor. Bunca sene sonra. Tüm samimiyetini kaybetmiş bir şekilde. Kollarıma atılıp onu kurtardığım için şükredeceğini sanarken dünyanın en büyük aptalı konumuna düşeceğimi hesaplamamışım. "Gittiğimde, annem oradaydı. Tanrı biliyor gelmesini bekliyordum. Yani, büyük annem boş yere sabah erken evde olmamı tembihlemezdi.” Büyükannesini tanıyordum. Hiç de sevmezdim. "Sorun şu ki annemin yanından biri vardı, abim yaşlarında…” Aha, cidden harika bir açıklama Dee Bee. Muhteşemsin. Demek annenin yanındaki genç delikanlı şimdi sevgilin ha. Evli olduğunu da söyle de kalp krizi geçireyim. "Sevgilisiymiş.” Bir itirafta bulunuyormuş gibi nefes vererek söylüyor bunu. Annesinin sevgilisi miymiş yani? Bu kadarcık? Bu yüzden? Her şey bir genç adam yüzünden. Bu kadar basit bir şey için beni bir çırpıda kenara fırlattığına bir kez daha inanmak istemiyorum.

    "Bir hafta boyunca evde kaldım. Annem sürekli ziyarete geliyordu. Hoş değildi, inan bana. Yaşadığım en boktan hafta olduğunu söyleyebilirim. Neyse, babam ve Julian Amerika’ya gelecekti. Bende düşündüm ki-” Her şeyden kurtulacağını mı düşündün. Her şeyi silip atabileceğini düşündüğünde her şeyden kast ettiğin şeyler listesinde benim adım geçmiyor muydu? Bu kadar kolay mıydı tüm hatıralarımızı, sevgimizi, hislerimizi çöpe atmak? Bir adamdan kaçmak uğruna senin için ölebilecek birinin kalbini parçalara ayırmak? "O da tıpkı senin gibi Amerika’dan nefret ediyor. Beynimi sikmek için çevremizde dolaşmayacaktır. Ve mantıklı geldi, anlıyor musun?” Amerika'dan nefret ettiğim doğru. Hele Desire'ın burada olduğunu öğrenince daha çok nefret ettim. Sanki Amerika onu cezbetmiş ve kaçırmış gibi hissediyorum. Fakat nesi mantıklı geldi. NESİ MANTIKLI? Anlamıyorum Desire. Seni gerçekten anlamıyorum. "Ya ben?" diyorum hareket etmeden sorar gözlerle. "Ben de senin beynini mi s*kiyordum?" Öfke katsayım yine artmaya başlıyor ben istemeden. "Anlamıyorum. Anlayamıyorum. S*ktiğimin adamı yüzünden mi kaçtın her şeyden? Her şeyi geçtim Desire, benden kaçtın. Tek kelime etmeden, pişmanlık duymadan beni öylece bıraktın."
    Öfkemle birlikte bir elimi göğsüme vurarak bağırıyorum. "Senin için bir hiç olduğumu söyleyebilirdin. Lanet olası bir hiç olduğumu bana söyleyebilirdin!" İşaret parmağımı ona doğrultarak devam ediyorum sözlerime. "Sen benim her şeyimdin." Sesim yükseliyor yine. "Lanet hayatımda tutunabildiğim tek güzellik sendin. Sensin." Şimdi de ellerim onun minik ellerini tutmaya yöneliyor. Terlemiş avuç içlerini hissedebiliyorum. "Sen her zaman benim her şeyim olacaksın ve benimle İngiltere'ye döneceksin." Başımı onunkine yaklaştırıyorum, bir nefes mesafesi bile bırakmadan. Gözlerimizin arasında belki birkaç santim var. Burnumdan soluduğum nefesimi hissedebilecek durumda. "Sana ihtiyacım var. Sana lanet olası şekilde ihtiyacım var." Ellerimle çenesi kavrıyorum, alınlarımız birbirine değecek şekilde biraz daha kendime çekiyorum. Gözlerimi delici şekilde gözlerine diktiğimin farkında bile değilim. "Sana kızmalıyım ama yapamam. Çünkü sensiz yaşayamam. Sen yapabilirsin..." Derin bir nefes alıyorum. "Ama ben yapamam." diyerek veriyorum.

    Sonra çenesinden tuttuğum ellerimle onu kendime çekiyorum, çatılı kaşlarım yerinde dururken gözlerimi kapatıyorum ve o savunmasızca bana bakarken dudaklarımı dudaklarına yapıştırıyorum. Uzun zamandır beklediğim bu an, içime yayılan o sıcaklık, gözlerimden düşmeye hazırlanan bir damla yaş, içimi gıdıklayan bir tutku, çocukluk zamanlarımızdaki neşe, ilk öpücüğümüzdeki heyecan... Hepsini bir anda yaşamak. Dudaklarımız birbiriyle dans ettikçe kalbimden yayılan his tüm vücuduma yayılıyor. Onsuz yaşayamayacağımı bir kez daha hatırlatıyor bana sanki unutmuşum gibi. Yaşayamam. Onsuz yaşayamam.


bir daha bir daha bir kez daha:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Desire Belcourt
Yale | I. Sınıf
 Yale | I. Sınıf
Desire Belcourt


Mesaj Sayısı : 315
Kayıt tarihi : 06/09/10
Nerden : Empire State Of Mind

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeC.tesi Tem. 23, 2011 3:10 pm

    Yüz hatlarındaki değişimin her saniyesini takip ediyorum. "Ya ben?" diye soruyor tanımlayamadığım bir ses tonuyla, tek söyleyebileceğim bana acı verdiği. "Ben de senin beynini mi s*kiyordum?" Hayır diye bağırmak istiyorum, hayır bunu asla söylemedim, söylemem. Londra’da kafamı s*kmeyen bir tek sen vardın Tuck. "Anlamıyorum. Anlayamıyorum. S*ktiğimin adamı yüzünden mi kaçtın her şeyden? Her şeyi geçtim Desire, benden kaçtın. Tek kelime etmeden, pişmanlık duymadan beni öylece bıraktın." Öyle olmadı, yemin ederim. Öyle olmadı. Konuşmak için kendimi toplayamıyorum, kelimelerin dudaklarımdan ayrılırken dayanacağı o nefesi alamıyorum. Her sözcüğü göğsüme saplanıyor. "Senin için bir hiç olduğumu söyleyebilirdin. Lanet olası bir hiç olduğumu bana söyleyebilirdin!" Dudaklarım yeniden arlanıyor, bu defa amacım tüm bunların doğru olmadığını ona söylemek. Elde ettiğim tek şey bir hıçkırık aslında. Kendimi berbat hissediyorum. "Sen benim her şeyimdin." O sesini yükselttikçe dudaklarım titriyor, beynimde her şeyin yanlış olduğunu söyleyen bir ses hâkim. Bu iş böyle olmamalıydı. Bu senaryo tam olarak hatalı… "Lanet hayatımda tutunabildiğim tek güzellik sendin. Sensin." Ellerime uzanıyor, ona bakıyorum, sıcak her yanımda. Terliyorum, boynuma yapışmış olan ıslak saçlarım da rahatsız ediyor beni. Ama ellerimi Tuck’ınkilerden ayırıp onlarla ilgilenecek değilim. "Sen her zaman benim her şeyim olacaksın ve benimle İngiltere'ye döneceksin." Bana daha fazla yaklaşıyor. Dur demek istiyorum, daha fazlasını kaldıramam. Ona olan özlemimi uzun zamandır kızların varlığı yardımıyla geri plana atıyordum, Jace’in veya. Fakat şu an sadece o var. Daha fazlasını kaldıramam. "Sana ihtiyacım var. Sana lanet olası şekilde ihtiyacım var." Çenemi kavrıyor parmakları, biraz daha yaklaştırıyor kendine. İtaat ediyorum. Geri çekilemeyecek kadar, suçluyum. Gözleri benimkilerde sabitlendiğinde, benim gözlerim doluyor. O kadar sert bakıyor ki... Yine de bir o kadar içten ve sevgi dolu. Ağlamak istiyorum. Ağlamak ve sonsuza dek onun yanında uzanmak. "Sana kızmalıyım ama yapamam. Çünkü sensiz yaşayamam. Sen yapabilirsin..." Sözleri yeniden nefesimi kesiyor, bunları bana ben İngiltere’deyken söylemeliydin diye bağırmak istiyorum. Neden üç sene sonrasına sakladın? "Ama ben yapamam."

    Elbette sen olmadan yaşayamam seni mankafa. Bunu sana söyledim. Senden önce hem de. Seni seviyorum derken ciddiydim. Beni bu şekilde eleştiremezsin, senin hatıraların olmadan yaşayamazdım. Fakat bencilim Tuck. Hayatımda ilk defa arkadaş edindim ve onları bırakamayacağım kadar seviyorum. Seni sevdiğim kadar seviyorum desem hoş olmayacak farkındayım. Fakat öyle. Ve bir kere yaptığım hatayı tekrarlamam. Seni bıraktığım gibi onları bırakmam. Kafamın içinde öylesine çok cümle var ki… Hepsini ortaya dökmeye kalksam sahiden, ama sahiden uzun sürer. Her şekilde bir yerden başlamalıyım. Bu yüzden derin bir nefes alıyorum. İlk kelimemi dikkatle çekerken Tuck beni kendine doğru çekiyor. Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıyorum. Dudaklarını benimkilere bastırdığında kafamın içinde bu gün içinde olan bitenleri tartma fırsatı buluyorum. Başta birkaç saniye tepkisizim, harekete geçemiyor oluşum beni kemiriyor. Geçen sene olsaydı büyük ihtimalle, çoktan hala üzerimde duran havluyu bir kenara atmıştım. Fakat bu sene, değiştim. Kafamın yüzde ellisi hala tamamen Tuck’ı düşünmeye programlı fakat geri kalan yarısı bana bir hayat sundu. Geri tepemezdim... Fakat şu an dudakları o kadar sıcak ki… Isı bedenime yayılıyor. Onun dokunduğu her yere tanıdık bir arzuyla gıdıklanıyor. Karşılık veriyorum. Bir kolumu boynuna doluyorum ardından. Diğeri havlumun üzerinde, şu duygusal anı erotikleştirecek bir hatadan haliyle kaçınıyorum.

    "Biliyor musun?” diyorum dudaklarımız birbirinden en sonunda ayrıldığında. "Biliyor musun bu haksızlık.” Sakin durmaya çalışıyorum. Onun kadar olmasam da sinirli bir insanım. Söyledikleri beni öylesine tetikliyor ki, verecek milyon tane cevabım var. "Gittikten sonra hiç pişman olmadığımı, üzülmediğim iddia etmen yani-” ıTek kaşını kaldırıp süzüyor beni. Harika Dee. Harika. “Üste çıkmaya çalışmıyorum!” diye atılıyorum ardından bakışlarındaki ithamı süzerek. Hayır kesinlikle üste çıkmak gibi bir amacım yok. “Fakat seni sahiden özledim Tuck ve sen bana sen olmadan yaşayabileceğimi söylerken sana bunu nasıl ispat edebilirim bilmiyorum…” Derin bir nefes alıyorum. Birkaç cümle daha yazıyorum kafamda. Tanıdığım herkes bana düşünmeden konuştuğumu söyler. Şu an öyle değil… Ona öyle çok ihtiyacım vardı ki. Ama arayamazdım. İngiltere’ye dönmek istemedim. “Bencildim Tuck. Bencilim.” Bir itirafta bulunurmuşum gibi ses tonum. Çekingen bir ifadeyle dile geliyor her bir harf, ağır ağır… “Ama seni hala seviyorum. Sorun şu ki. Buraya da bağlandım. Fransa evdi-” Anılar gelip geçerken yüzüme bir sırıtış yayılıyor. Küçüklüğümün o fazla hareketli günleri dudaklarımın kıvrılmasına sebep oluyor. “İngiltere’yse, orası bana cazip gelmiyordu. Bu söylediklerim için beni yadırgama. Annemden o kadar nefret ediyorum ki ona ait olan her şeyi reddediyor beynim. Ama orada sen vardın. Onca zaman orada bulunmamın tek sebebi sendin.” Sözlerimdeki samimiyeti fark edebilmesi için her şeyimi verebilirdim. “Ve Amerika, burası bambaşka Tuck. Kusursuz bir yeni hayat var burada. Ve insanlar, Amerikanlardan bahsetmiyorum. O kadar sevimli ki.” Kendimi biraz daha yaklaştırıyorum sonunda ona. Bedenimi onunkine dayıyorum. “Ben gidemem. Bunun için buraya fazla ait oldum. Ama sen kalabilirsin belki. Biliyorum yine bencillik yapıyorum ama Tuck, arkadaşlarımı tanısan neden böyle yaptığımı anlardın…”

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Noah Tucker
NY Halkı
 NY Halkı
Noah Tucker


Mesaj Sayısı : 12
Kayıt tarihi : 29/06/11

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeC.tesi Tem. 23, 2011 4:15 pm

    Desire'la bir kereden fazla öpüşmüş olmamız gerçeğinin yanında, en etkileyici olanları seçersem kesinlikle ilki ve sonuncusu olur. Onu hissetmek, ona sahip olduğumu belli etmek için onu öpmeyi ne kadar beklediğimi anlatmam mümkün değil. Bir kız gibi her gece ağlayabilirdim, bazen ağladım da. Kliplerdeki aşık kızlar gibi fotoğraflarımıza bakıp durdum. Pişmanlıkla doluydum. Beraber olduğumuz tüm o zamanda, onu ne kadar sevdiğimi anlatmak bana hep zor gelmişti. İçime attım. Bir şeyin değerini o gidince anlarsınız ya. Öyle oldu, sandığımdan daha fazla seviyormuşum onu. Gidince tüm hayatım karardı, duvarlar üzerime üzerime geliyordu, nefes almakta zorluk çekiyordum aklımdan ne zaman geçse o meleksi yüzü. O ise her şeyi bırakıp gitmişti ve şimdi bu gidişinin nedeninin düşündüğümden daha da geçersiz olduğunu öğreniyorum. Kötü bir özelliğim var. Aslında birden fazla olduğu bariz, en nefret ettiğim ilk ikisinden bahsedersem. Biri öfkem, kontrol edemediğim öfkem. Diğeriyse, sevdiğim kişi için hayatımı bile feda edebilecek olmam. Tüm prensiplerimi ve kurallarımı yıkabileceğimi biliyorum. Desire'dan bahsediyorum. Ne isterse yapacağımdan. Evet belki çekti gitti ama dudaklarımız birleştiğinde söylediği onca sözden sonra beni sevdiğini hissettim. Bana değer verdiğini. Kalbinde biriktirdiği ve söyleyemediği cümleleri hissettim. İki gözü iki çeşme ağlamak istediğini hissettim. Söyleyemediği her şeyi kalbimde hissettim ve sadece ben hissedebilirim. Çünkü onu en iyi ben tanıyorum ve bu hiçbir zaman değişmeyecek. Her zaman o ve ben olacağız. İkimiz.

    Bedenlerimiz birbirinden birkaç santim uzaklaşıp, dudaklarımız istemeden de olsa birbirinden ayrılınca çenesindeki ellerimi hareket ettirmeden mavi gözlerine bakmayı ne kadar özlediğimi düşünerek ve yetmeyeceğini bilsem de doyasıya bakıyorum ona. "Biliyor musun?” diyor ironiyle. "Biliyor musun bu haksızlık.” Benden mi yoksa kendinden mi bahsettiğini bilmiyorum. "Gittikten sonra hiç pişman olmadığımı, üzülmediğim iddia etmen yani-” diye devam ediyor. Nasıl haksızlık olabilir? Üzülmeseydin beni arardın, bana haber verirdin, ne kadar üzüldüğünü bana istediğin kadar anlatabileceğini biliyordun... ya da bilmiyordun. Çünkü sana karşı hiçbir zaman tamamen açılamadım. Gururumla karışık korkaklığım yüzünden sana aşık olduğumu kendime itiraf etsem ve öyleymiş gibi davransam da sözcükler bu konuda hiçbir zaman seçtiğim yol olmadı. Belki de bu yüzden kaçtın benden. Seni sevdiğimi sana hissettiremedim. Oysa ki senin beni sevdiğinden çok daha fazla seviyordum seni. Şimdiki gibi. Tek kaşımı kaldırıyorum benimle dalga mı geçiyorsun dermiş gibi. Hatamdan ders almadım sanki. Yine asıl hissettiklerimi içime gömüp Noah gibi değil de Tuck gibi davranıyorum. “Üste çıkmaya çalışmıyorum!” diyerek kendini savunuyor. “Fakat seni sahiden özledim Tuck ve sen bana sen olmadan yaşayabileceğimi söylerken sana bunu nasıl ispat edebilirim bilmiyorum…” Tüm cümlenin içerisinden seçebildiğim iki kelime haricinde diğerleri sadece uğultu gibi geliyor. 'Seni özledim.' Ben de seni. Senden daha fazla özledim Dee Bee. “Bencildim Tuck. Bencilim. diye itirafta bulunuyor. Aslında Desire'dan duyacağımı düşündüğüm son kelimeler bunlar. O hayatımda gördüğüm en bencil olmayan insan olabilir. Kendine neden böyle dediğini bilmiyorum. Onun herkesten temiz bir kalbi var ve hiçbir zaman başkalarından çok kendisi için çarpmadı.

    “Ama seni hala seviyorum. Sorun şu ki. Buraya da bağlandım. Fransa evdi-” Azıcık da olsa uslanmış kalbim yine deli gibi atmaya başlıyor. 'Seni hala seviyorum.' Duymayı istediğim cümleler ve kelimeler arttıkça minik bir tebessüm yayılıyor yüzüme. Seni hep sevdim Desire. Hep seveceğim. “İngiltere’yse, orası bana cazip gelmiyordu. Bu söylediklerim için beni yadırgama. Annemden o kadar nefret ediyorum ki ona ait olan her şeyi reddediyor beynim. Ama orada sen vardın. Onca zaman orada bulunmamın tek sebebi sendin.” Mutlulukla atan kalbimin kırıldığını hissediyorum birden. Kendine bencil diyen Desire, şu an bencil olanın ben olduğumun farkında mı acaba? Onu İngiltere'de, istemediği yerde kalmaya zorlamış gibi hissediyorum. Tanrım, kalbimi dizginlemeyi ne zaman öğreneceğim bilmiyorum fakat her an kalp krizi geçirebilecek durumdayım. Son yarım saat içerisinde yaşadığım duygu değişiklikleri hiç de normal değil. İngiltere'de tüm o nefret ettiği şeylere katlanmasının sebebinin ben olduğumu zaten biliyor gibiydim, ama bunu ondan duymak beni hem mutlu ediyor hem de üzüyor. Nasıl desem ki... Yarı mutlu yarı üzgünüm şu an. Aslında hangi duyguları yaşıyorum bilmiyorum ama bir milyon tane olduklarına eminim. “Ve Amerika, burası bambaşka Tuck. Kusursuz bir yeni hayat var burada. Ve insanlar, Amerikanlardan bahsetmiyorum. O kadar sevimli ki.” Tüm bu güzel şeylerden bahsederken yüzünde oluşan gülümsemeye hakim olamadığını fark ediyorum. Burayı gerçekten seviyor. Bu gülümsemeyi biliyorum çünkü. Bana da öyle gülümserdi. Gözleri ışıldayarak ve dünyadaki en sevdiği şey buymuş gibi. Başka her şey önemsizmiş gibi gülümsüyor. Onu buradan alıkoyma isteğimin azalmasına hatta yok olmasına sebep olacak şekilde gülümsüyor. Onun mutluluğundan başka hiçbir şey istemeyi düşünemeyeceğim şekilde.

    Narin vücudunu bana yaklaştırıyor, benim ona yaptığım gibi o da çenemi iki eliyle kavrıyor ve gözlerini dikiyor benimkilere. “Ben gidemem. Bunun için buraya fazla ait oldum. Ama sen kalabilirsin belki. Biliyorum yine bencillik yapıyorum ama Tuck, arkadaşlarımı tanısan neden böyle yaptığımı anlardın…” Arkadaşları gerçekten şu an hiç umrumda değil. Fakat sadece o dedi diye umrumda olması gerekiyormuş gibi geliyor. Benim kalabileceğim düşüncesi ise kesinlikle imkansız. İmkansız. Amerika burası. Leş ülkesi. Pislik bir yer. Hiçbir şey beni burda kalmaya zorlayamaz öyle değil mi? Zorlayamaz... Sanırım. Of Desire. Beni yine yakaladın. Her zamanki gibi yine en zayıf noktamı kullandın. Kendini. Amerika'dan bahsediyoruz burada! Ama aynı zamanda senden de bahsediyoruz haklısın... Yaşam nedenim, neşe kaynağım, hayata tutunmamı sağlayan tek şeyden bahsediyoruz. Senin için her şeyi yaparım dediğimde bunu uydurmamıştım. Senin için her şeyi yaparım, yeter ki benimle ol, yanımda ol, yeter ki sev beni. Yeter ki seni sevmeme izin ver, senden mutluluk almama ve sana mutluluk vermeme izin ver. Yeter ki o gözlerine doyasıya bakmamdan sıkılma ve sana olan sevgimden bıkma. Yeter ki en küçük parçası olsa bile kalbinde bana bir yer ayır. Yeter ki benim ol ve bırak senin olayım.

    Hafifçe dudaklarına ona değer verdiğimi ifade eden bir öpücük konduruyorum. "Sen her ne istersen yapmaya hazırım. Senin için her şeyi yaparım dediğimde ciddiydim." Baş parmaklarım yanaklarını okşuyor ve yüzünün her bir santimini inceliyorum. Onca zaman sonra burada, yanımda olduğuna inanamıyorum. Ona dokunabildiğime ve bakabildiğime inanamıyorum. "Desire, sana anlatamadığım tüm duygularım tam burada." diyorum elini göğsüme doğru götürerek kalbimin olduğu yere koyuyorum. Deli gibi attığını hissetmesi umrumda bile değil. "Beraberken sana yeteri kadar seni sevdiğimi hissettiremediğimin farkındayım. Aşktan korkacağımı hiç sanmazdım ama sana karşı hissettiklerim..." duruyorum bir saniye, ne zaman konuşma yapmakta iyi oldum ki? "...kontrol edemeyeceğim derecede fazla ve yoğundu. Onlardan korktum, beni mahvedebileceklerinden." Her şeyi anlatmak ne kadar da rahatlatıyor içimi. Duramıyorum devam ediyorum. "Aslında her zaman biliyordum. Senin beni mahvedeceğini ama bunun hoşuma gideceğini bilmiyordum." Gülümsüyorum ona duyduğum bu sevgi yüzüme vururken. "Çok hoşuma gidiyor. Senin beni bu şekilde etkilemen hoşuma gidiyor." Ellerimi beline sarıyorum. "Sen ne istersen yaparım ve sana yaşattığım her şey için özür dilerim Dee. Ben her zaman seninim, her zaman." Gözlerinden bir damla yaş düştüğünü görünce içim acıyor. "Sakın ağlama Belcourt." Bir elimle yanağına akan gözyaşını siliyorum. "Seninle kalacağım." Birkaç saniye minnettar gözlerine bakarak bekliyorum. Diyebileceğim tek şeyi söylüyorum; "Seni seviyorum. Her zamankinden fazla."

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Desire Belcourt
Yale | I. Sınıf
 Yale | I. Sınıf
Desire Belcourt


Mesaj Sayısı : 315
Kayıt tarihi : 06/09/10
Nerden : Empire State Of Mind

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeSalı Tem. 26, 2011 4:33 am

    Dudaklarını benimkilere değdiriyor nazikçe, gözlerimin yandığını hissediyorum. "Sen her ne istersen yapmaya hazırım. Senin için her şeyi yaparım dediğimde ciddiydim." Böyle bir sözden sonra onu kullandığım hissi yüzüme sert bir rüzgâr gibi çarpıyor. Onun gibi davranabiliyor olsaydım, ilişkimiz için her şeyi geride bırakabilecek kadar cesur olsaydım başından beri mutlu olurduk. Benim suçum, tamamı. "Desire, sana anlatamadığım tüm duygularım tam burada." Elimi avucunun içine alıyor ve sol göğsünün üzerine koyuyor, kalbinin ritmine ayak uyduruyor nefes alış verişim. Her saniye şeffaftan daha belirgine geçiş yapıyor Tuck gözlerimin önünde. Her kelimesi gerçekliğe daha yaklaşmasına sebep oluyor. "Beraberken sana yeteri kadar seni sevdiğimi hissettiremediğimin farkındayım. Aşktan korkacağımı hiç sanmazdım ama sana karşı hissettiklerim kontrol edemeyeceğim derecede fazla ve yoğundu. Onlardan korktum, beni mahvedebileceklerinden." Beni tam olarak içten fethediyor. Sözcüklerine teslim oluyorum, gözlerimde parlak bir ifade var. Hayranlık hissi eskisinden daha baskın… Ne demek istediğini iyi biliyorum, o korkuyu tanıyorum çünkü… Anlıyorum, demek istiyorum küçük bir kız çocuğu gibi başımı sallayarak. Seni anlıyorum"Aslında her zaman biliyordum. Senin beni mahvedeceğini ama bunun hoşuma gideceğini bilmiyordum." Gülümsediğinde dudaklarım kıvrılıyor benim de. İçtenliği karşısında dans etmek istiyorum. İçimi ısıtıyor. Beni mutlu ediyor. "Çok hoşuma gidiyor. Senin beni bu şekilde etkilemen hoşuma gidiyor." Her şey hızla ilerliyor. Birkaç saniye önce kollarımı sıkan elleri şu an beni kendimden geçirecek kadar kibar bir şekilde çevreliyor bedenimi. "Sen ne istersen yaparım ve sana yaşattığım her şey için özür dilerim Dee. Ben her zaman seninim, her zaman." Bana yaptıkların mı? Cümle bir tokat etkisi yaratıyor. Ne dediğinin farkında değilsin Tucker. Sen bana bir şey yapmadın. Hiçbir şey yapmadın. Gözlerimdeki yanma hissi kat kat artıyor, saniyelik bir kırpma ardından bir damla süzülüyor yanaklarımdan aşağı… "Sakın ağlama Belcourt." Yanağımdaki gözyaşını siliyor, bana bakışındaki o tanıdık yansımayı görüyorum, ona ne kadar ihtiyaç duyduğumu fark ediyorum. Hatıralar sağlıklı tüm düşüncelerimin içine akın ediyor. Ağaç ev aklıma geliyor… Hafifçe gülümsüyorum. "Seninle kalacağım." Çığlık atmak istiyorum, ellerimi çırpmak, zıplamak, şarkı söylemek… Seni seviyorum diye haykırmak istiyorum. Başka bir gerçek yok, ben seni seviyormuşum. Onu ya da bir başkasını değil; seni. O ise sanki beni okumuş gibi tamamlıyor konuşmasını… "Seni seviyorum. Her zamankinden fazla…"

    Teşekkür etmeliyim, kalmanın onun için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Ama bu şehri ona sevdireceğim. Neleri neden bu kadar etkileyici bulduğumu o da görecek. Ona her şeyi anlatacağım, üç sene boyunca ne yaptıysam anlatmayı düşünüyorum. Ve ona da soracağım elbette, hayır sadece kendimden konuşacak kadar aptal değilim. Bütün ayrıntıları dinlemek istiyorum. Kimleri becerdiğine kadar… Hepsini! “Şu an sana olan aşkım tahmin edilemeyecek bir boyuta ulaştı…” Ciddiyim. Sevgi kadar sonsuz değil o anki hislerim, o kadar uzun süre taşıyamayacağım kadar büyükler. Ama gerçek aşk kadar derin olduğunu söyleyebilirim… “Ama şunu da söylemeliyim ki, kendimi bayat bir romantik filmden fırlamış gibi hissetmeme sebep oluyorsun Tucker.” Gülüyorum, o an o kadar büyülü ki bir şeyler söyleyip hafifletme ihtiyacı hissediyorum. Yoksa mutluluk ile buharlaşacağım… Ama haklıyım, iki saniye öncesine kadar beni öldüreceğinden korktuğumu bile söyleyebilirim ama şu an… Tanrı’m Tuck, sen benden de dengesizsin.

    “Ah, bir saniye…” Yeniden kıkırdıyorum, çabuk hareketler eşliğinde gözlerimi kuruluyorum elimin tersiyle. Hızla dolabıma koşuyorum, elime gelen ilk parçaları kapıp banyoya giriyorum ardından tekrar. Asla uzun saatler boyunca kendi ile uğraşan bir kız olmamama rağmen, bir rekor kırdığımı iddia edebilirim. Banyonun kapısını ardımdan kapatırken gülümsüyorum ona bakarak. “Ben açım, bir şeyler yesek ya.” Bana bakarak sırıtmasının ardından ekliyorum zihnimin içinde, evet her zamanki gibi. Önce ben iniyorum aşağı mutfağa, Jessi’nin çıkmış olduğundan emin olmalıyım. Güvende olduğumuza kanaat getirince ona sesleniyorum. Buzdolabını açtığımda öyle çarçabuk hazırlanacak hiçbir şey yok, aksine tamamı karışık hatta sanatsal olduğunu söyleyebileceğim türde yemekler. Telsizi alıyorum elime duvardan çekip, McDonald’s paket servisin numarasını çevirmeden önce beni izleyen Tuck’a dönüyorum, “McDonald’s menüsünü ezbere bildiğini var sayarak konuşuyorum, ne istersin?”

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Noah Tucker
NY Halkı
 NY Halkı
Noah Tucker


Mesaj Sayısı : 12
Kayıt tarihi : 29/06/11

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeÇarş. Tem. 27, 2011 6:46 am


    “Şu an sana olan aşkım tahmin edilemeyecek bir boyuta ulaştı…” Bu iyi. Çünkü senin sevginin hala ölmediğini öğrenmek için harcadığım tüm bu çaba yüzünden kalbim gerçekten çok yoruldu. “Ama şunu da söylemeliyim ki, kendimi bayat bir romantik filmden fırlamış gibi hissetmeme sebep oluyorsun Tucker.”  Aklıma o bayat romantik filmlerden birini izlemeye gittiğimiz gece gelince gülüyorum. O da bunun aklıma gelmesi için kurduğu cümlesinden sonra gülümsediğimi fark edince gülümsüyor. Aslında daha fazla sinirleneceğimi sanardım. Minik bedenini duvara ittirip yüzüne haykıracağımı ve belki onu sinirden ağlatacağımı sanardım. Neyse ki öyle olmadı. İçimde yoğunluğu tahmin ettiğimden de fazla yer tutan sevgim yüzünden, sinirlerim ilginç bir şekilde bu sefer duygularıma yenik düştü. Bunun farkına vararak bir kez daha gülümsüyorum mavi gözlerinde kaybolurken. Birden geri çekiliyor. "Ah, bir saniye..." diyerek şekerce kıkırdıyor, gözlerindeki az önce sildiğim gözyaşlarının yerini başka yaşların doldurduğunu fark ettiğim saniye elinin tersiyle siliyor onları. Gitsinler zaten. Niye ağlar ki insanoğlu? Gerçi acı olmadan mutluluğu nasıl anlayabilirdi. Felsefe benim olayım değil kesinlikle. Elinde birkaç parça kıyafetle banyoya kaçıyor. Giyinmek için gözümün önünden sakınmasına anlam veremiyorum ki, birbirimize karşı her yönden gayet açık olduğumuz zamanlar onun da kalbinde, aynı zamanda zihninde büyük bir yer kaplıyor. Hah, peki banyoyu Noah Tucker'dan daha özel kılan şey nedir? İşte günün sorusu.

    O bayat romantik filme gelirsek. O hikayeyi unutmak ikimiz içinde ne yazık ki pek mümkün değil. Sevgili oluşumuzun üzerinden kısa bir süre geçmişti ve biz, her sevgilinin yaptığı şeyleri yapamadığımızı fark etmiştik. Beraber akşam yemeğine çıkmak, sinemaya gitmek vs. En sonunda arkadaşlardan biriyle iddiaya girdik ve, normal sevgililerin yaptığı aktiviteleri gerçekleştirmeye karar verdik. O aptal bayat romantik filme gitmeyi ikimizin de istemediğinin farkındaydık ama ikimiz de inatçı keçilerden başka bir şey değildik. Bu nedenle iddiamızın köküne kadar gideceğimizi de biliyorduk. İngiltere'deki o sakin gecelerden birinde, elele, az önce Londra'nın ücra köşelerinin yollarını ıslatan o sağanaktan sonra parlayan zeminde ilerliyor ve birbirimize kaçamak gülücükler atıyorduk. Sinemaya girdiğimizde belki bu saçma film birazcık eğlenceli olabilir diye kendimizi avuturken... Film dünya faciası çıktı. Romantizmden çok erotizm söz konusuydu, her ne kadar dışarıdan olayın komikliğine gülsek de içimizden bu ucuz çakma pornonun bizi tetiklediğine yemin edebilirdik. Sinemadaki herkes gülüyordu, bazıları bu olayın terbiyesizliğine karşı cık cık sesleriyle salonu terk etmişlerdi. Bizse orada içimizdeki arzuyu komik bir şekilde arttıran bu saçma film arkaplanda oynarken, eh işte nasıl desem... oracıkta birbirimizi yedik.

    “Ben açım, bir şeyler yesek ya.” diyerek insanüstü, daha doğrusu 'kızüstü' bir hızla çıkıyor banyodan. Açlık, evet bunu düşünmeyi unutmuşum. Ben de az önce gelen gurultunun neye ait olduğunu kavramaya çalışmıştım. Elimi istemeden karnıma götürüyorum, resmen ağlıyor lan. Tüm bu koşuşturmaca ve duygu karambolü içerisinde vücudumun gereksinimlerinden yoksun olduğunun farkına varamamışım. Ben bunları düşünürken Dee merdivenlerden aşağıya koşarak iniyor, ben de yavaşça evin büyüklüğünü kavraya kavraya basamakları aşıyorum. Aşağıya indiğimde modern bir mutfağın ortasında, elinde telsiz telefon ve yüzü fazlasıyla neşeli şekilde soruyor bana. “McDonald’s menüsünü ezbere bildiğini var sayarak konuşuyorum, ne istersin?” McDonald's! Ah tanrım, bir an Dee'nin beni ne kadar iyi tanıdığını unutmuşum. Kesinlikle en özel isteklerimi ve zevklerimi biliyor, tıpkı benim de onunkileri bildiğim gibi. Yine de uzun süre sonra bunun bir kez daha farkına varınca alışmanın kolay olmayacağını anlıyorum. Yanına giderek mutfak bankolarından birine yaslanıyorum. "Big Mac. Ona hayır diyemem." İngiliz aksanımın asaletiyle 'mek' değilde 'mak' demem ona garip geliyormuş gibi bakıyor bana, ama dudakları yukarıya doğru kıvrılıyor. "Ne? İngiltere bu kadar mı yabancı artık sana?" diyorum gülerek. Buzdolabına doğru ilerliyorum, kapağını açınca yüzüme soğuk bir esinti çarpıyor. Orada önceden hazırlanmış, plastik bir saklama kabı içerisindeki krem şantiyi görünce aklıma gelen haylazlıkları istesem de silemiyorum. Sakince Dee görmeden kapağını açıp, her ne kadar New York asillerine uymayan bir davranış olduğunu bilsem de parmağımı içine daldırıyorum. İngiliz kraliyet ailesi mensubu taklidi yaparak "Ah, bilmiyorsanız söyleyeyim Desire Belcourt, bizler krem şantiye bayılırız. Şarap gibi o da sizin kökeninize daha yatkın olsa dahi, siz ne yazık ki onu yemekten başka bir şey yapmıyorsunuz. İzninizle..." diyorum ani bir hareketle burnuna parmağımdaki krem şantiyi sürerek. "Bizde böyle Mrs. Belcourt. Ayrıca Big 'Mac' istiyorum." Desire ağzı bir karış açılmış, muzip bir ifadeyle yüzüme bakıyor. Gülmemek için kendimi tutmaya ve taklidimi devam ettirmeye çabalıyorum. Ardından aklıma gelen ciddi bir sorun yüzünden bu çabamın yerini gerçekten gülmeyen, sert bir surat alıyor. "Siparişi verdikten sonra seninle konuşmam gereken küçük ama önemli bir ayrıntı var." Bunu nasıl unuturum ki? Nerede kalacağım yani, burada Dee'nin yanında mı? Saçmalık. Boş karnım gibi bunu da unutmam çok ilginç, oysa hiç de unutkan biri değilimdir. Demek eski Desire etkisine geri dönüyoruz ama ona da dediğim gibi, hoşuma gitmediğini söyleyen kim ki?
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Desire Belcourt
Yale | I. Sınıf
 Yale | I. Sınıf
Desire Belcourt


Mesaj Sayısı : 315
Kayıt tarihi : 06/09/10
Nerden : Empire State Of Mind

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeC.tesi Tem. 30, 2011 5:20 am



    "Big Mac. Ona hayır diyemem." Aksanı sırıtmama sebep oluyor, yanlış anlamayın. İngiliz aksanını çekici buluyorum. Ama hayatımın şu son senelerinde en çok vakit geçirdiğim İngiliz tek ve yegâne Peni olunca, Tuck’ın sözleri ile birlikte kafamın içine Penelope’nin yaptığı taklitler sızıveriyor. "Ne? İngiltere bu kadar mı yabancı artık sana?" diyor ve gülüyor. Ben numarayı çevirirken buzdolabının kapağını açıyor. Eğer orada benim dikkatimden kaçan bir şeyler olduğunu umuyorsa, yanılıyor. Çünkü ben Desire Belcourt, belki de sadece yiyecek ararken dikkatliyimdir. O dolap boş diyorsam da, boştur. Sırtımı ona dönüyorum, hattın öteki ucundaki adama isteklerimi sıralarken Noah konuşmaya devam ediyor. "Ah, bilmiyorsanız söyleyeyim Desire Belcourt, bizler krem şantiye bayılırız. Şarap gibi o da sizin kökeninize daha yatkın olsa dahi, siz ne yazık ki onu yemekten başka bir şey yapmıyorsunuz. İzninizle..." diyor ve ardından parmağındaki kremayı burnuma sürüyor. Sırıtıyorum ve ardından yüzüm kasıtlı bir şekilde buruşuyor. Nugget istemediğimi üçüncü kez tekrarlarken telefona, raflardan birinden kâğıt havlu alıp burnumu siliyorum. Ayrıca, berbat bir taklitçisin Tucker. Sahiden berbatsın. "Bizde böyle Mrs. Belcourt. Ayrıca Big 'Mac' istiyorum." Ağzım açılıyor, telefondaki embesil siparişlerimi doğrulamak için tekrar ederken Tuck’ın ağzına çarpabilirim. Ben Miss Belcourt’um. Seni kaba, pis çocuk… Ben genç bir bayanım. Üzgünüm Tuck… Bundan sonra ne kadar asil İngiliz tatlidi yapsan da boş hayatım, sen de en az biz Amerikanlar kadar asillikten uzaksın. Ve evet, biz, benim ruhum Amerikan. "Siparişi verdikten sonra seninle konuşmam gereken küçük ama önemli bir ayrıntı var." Yüzündeki değişim hoşuma gitmiyor. Tek kaşımı kaldırırken dudaklarımın arasından kararlı ve keskin bir evet yükseliyor. Hangisiyle konuştuğuma emin değilim. Telefoncu çocuk mu, Tuck mı? Pek önemi de yok, çünkü her ikisinde de gereken etkiyi yaratıyor. “Kısa zaman sonra elinizde olur bayan.”

    Telefonu kapatıp yerine asıyorum. Ardından Tuck’a dönüyorum. “Konunun ne olduğunu özellikle sormam gerekiyor mu?” Bana bakıyor. Gözlerinde soru soran bir ifade hâkim. Gülüyorum. “Bence anlatmalısın.” Yanından geçerek salona doğru ilerliyorum, iki büyük bir küçük adım… İki büyük bir küçük adım… Biraz uzaklaştıktan sonra arkamı dönüyorum. Bana ne yaptığımı anlamaya çalışan bir şekilde bakan Tuck’a sırıtıyorum. Evet, onun bile bilmediği alışkanlıklarım var. Sadece ev hali içinde böyle yapıyorum yoksa. Bir de, Pennlerin, Ari’nin ve Bonnie’nin evinde. Gerçi onlar da “benim” evim. Tabii ya… "E, gelmiyor musun?" Bacaklarımı altımda toplayarak koltuklardan birine oturuyorum, kuşkusuz üzerimdeki bol tişört, hatta o kadar büyük ki benim olmadığı düşünmüyor değilim… Kimin bu ya? Neyse, üzerimdeki bol tişört, ütüsüz olduğu gibi hafif de solmuş. Hoş görünmeyi umursadığımdan değil, ama keşke aceleyle giyineceğim diye çabalarken, seçimlerime biraz daha özen gösterseymişim… Yüzüne bakıyorum. Henüz konuşacak gibi durmadığı gibi, başka bir faaliyette de bulunmuyor. Ne için geldim demiştin Tuck? Ne konuşacağız? Sorun nedir? Büyük ihtimalle az önce o kadar çok konuştu ki, şu an olayı dengeliyor. Onu tanırım, yukarı katta söyledikleri, onu yormuş olmalı. Çünkü burada oturup duran bu insan, genellikle kısa cevaplar verip karşısındakileri geçiştirişleriyle ünlüdür. Bense, sabırsız oluşumla… Tam benimle ne konuşman gerek diye soracakken telefon çalıyor. “Hemen gelirim.” Dudaklarımdan çıkan mırıltının ardından koltuğun üzerinden atlıyorum. Mutfağa koşuyorum salondaki telefonun varlığını unuttuğumdan, telsizi açarken yaptığım kerizliği fark edip gülüyorum. Tanrım! Arayan Jessi, bana nerede olduğunu açıklama gereği duymuş olmalı. Oysa ben şu geride bıraktığımız süre boyunca, sadece Tuck’ı duymuş olmasından korktuğum için düşündüm onu, sahiden hayırsız bir evladım. "Kız arkadaşlarımla takılıyoruz, belki sabaha karşı gelirim beni merak etme." Özellikle yapmış olduğu vurguya gülüyorum. Evet, Jess, babamı aldatacak kadar aptal olmadığının farkındayım… Aptalsın ama o kadar da değil.

    Telsizin kapama tuşuna bastığımda ses gelmiyor, yeniden bastırıyorum başparmağımla. Tiz dit sesini duyunca bırakıyorum onu mermer sete. Şarjı olduğuna göre yerinde durmasına gerek yok, ayrıca üşengecim. Geri salona dönerken geniş koridorun duvarını süsleyen aynanın önünden geçmek durumunda kalıyorum. Islak saçlarım karmakarışık, taranmaları gerek. Tuck’ın yanına döndüğümde televizyon kumandasını uzatıyorum ona, "Takıl sen, on dakikaya dönerim." Hızla yukarı çıkıyorum, Ari’ye mesaj mı atsam? Acaba bana ne der… Ne derse desin bir yol gösterecektir en azından. Ne için peki? Ne için desteğe ihtiyacım var… Aptal mıyım? Ne konuşuyorum?
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Noah Tucker
NY Halkı
 NY Halkı
Noah Tucker


Mesaj Sayısı : 12
Kayıt tarihi : 29/06/11

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimePerş. Ağus. 04, 2011 8:55 am

    Olaylar çok çabuk gelişmiyor mu? Birkaç dakika önce ona bağırıyordum, düşüncesizce. Bu huyumdan kurtulmam gerektiği bazen çok aklıma takılıyor fakat nasıl denir ki, benim bir parçam, ona git diyemem. Nasıl Desire'a diyemiyorsam, ona da diyemem. Siparişi verdikten sonra kendisini geniş ve pahalı salonun koltuklarından birine atıyor, böylesine şık, lüks bir evi daha önce görmediğim doğru, yine de dik dik her tarafa açgözlülükle bakacak değilim. Hiçbir zaman eşyalarda gözüm olmadı, parada da. Olsaydı zaten elimde olanın hepsini harcayıp kalma garantim bile olmadan Dee'nin yanına gelir miydim? Aslında insanlar mı eşyalar mı deseniz çoğunlukla eşyalar diye cevap veririm size, insanın kim olduğuna göre cevabım değişirdi ama şimdi düşünüyorum da Desire hariç hiç kimse sorunun cevabını değiştiremez, onun gibi beni etkileyebilecek tek bir insan daha tanımamam benim ezikliğim mi, yoksa onun harikalığı mı? İkisi de olabilir. "E, gelmiyor musun?" Cevap veremiyorum, onun yerine elimdeki krema kalıntısını yalıyorum. Altındaki moruk bana birkaç gün önce Londra'daki kavgadan nasıl sağ çıktığımı hatırlatıyor, oysa ki ne kadar uzakta geliyor Londra günleri, daha buraya bugün gelmem gerçeğinin yanında. Az pislik değilim lan, her kavgaya bulaşıyorum dediğim gibi sinir sorunlarım yüzünden bulaşmamak gibi bir seçeneğim de olmuyor pek. Belimi yasladığım bankodan kaldırıp salona doğru ilerliyorum. Desire'ın yanına mı karşısına mı oturacağım konusunda birkaç saniyelik bir tereddüt yaşadıktan sonra bunca yolu gelmiş olmanın tesellisi olarak kendimi hemen yanına atıyorum. Ona bu kadar yakın olmayı özlemedim değil. Tam kolumu omzuna atacakken telefon çalıyor ve bedeni yanımdan buharlaşıp telsiz telefonun yanına gidiyor. Talihsizim resmen. "Takıl sen, on dakikaya dönerim." diyor telefonla konuştuktan sonra, elime televizyon kumandasını tutuşturuyor ve tekrar merdivenlerden yukarı çıkıyor. Televizyon izlemek herhalde bugün isteyeceğim son şey. Ayağa kalkıp mutfağa gidiyorum, fırın elektrikliymiş kahretsin. Neyse ki köşede bir kibrit kutusu var, cebimden çıkardığım sigarayı ağzımda sabitliyorum ve kibritle yakıyorum. Derin bir nefes çekerek, evin içinde ilerlemeye devam ediyorum. Tanıdığım Desire'dan çok daha farklı bir kişiliği yansıtıyor ev. Herhalde üvey annesinin tarzıdır. Yine de kötü değil, ama alışkın olduğumu da söyleyemem tabi. O sırada kapı çalıyor, bakacak başka kimse olmadığı için ben yelteniyorum açmaya. Karşımda McDonald's görevlisi, tabi İngiltere'ye göre biraz hızlı gelmiş olmasına şaşırmadan da edemiyorum. Cebimdeki son para destesini çıkarıp hepsini veriyorum çocuğa. Sigaranın dumanını yüzüne üflüyorum. "Eksik ya da fazladır. Sağol koçum." diyorum ve elinden paketi alıp kapıyı kapatıyorum. O sırada Desire iniyor merdivenlerden, saçlarını taramış, duru güzelliğini bir kez daha inceliyorum. Dünyada niye böyle güzel başka bir insan göremedim, niye acı çektirenine gidiyorum, kalbim ona çekiyor beni? Paketi bankoya koyup, yanına gidiyorum. Daha doğrusu önünde duruyorum ve gözlerine birkaç saniye baktıktan sonra dudaklarına sevgi dolu ama küçükbir öpücük konduruyorum. Ne kadar güzel olduğunu kelimelere dökemeyeceğimi biliyor, ben de dudaklarıma döküyorum işte. Öyleyimdir.

    Sonra geri çekilip Amerika'da kalabileceğimi kabullenmiş olmama rağmen en büyük sorunu henüz halletmemiş olduğumuzu söylemeye hazırlanıyorum. Evet, kalacak bir yerim yok. Kalacak bir yer sağlayacak param bile yok. Ne kadar acınası bir durumdayım böyle, Noah Tucker asla böyle bir duruma düşmezdi oysa. "Kalacak bir yerim yok Desire." diyorum aniden. Kendim bile bu kadar ani söyleyebileceğimi sanmıyordum aslında. Her kelime bir anda çıkıveriyor ağzımdan, ben bile şaşırıyorum aniliğime. Yüzünde küçük bir şaşkınlık ifadesi oluşuyor, kaşları çatılıyor. Bense kendimi bu ciddi durumdan soyutlamak için hamburgerlerimizi, kolaları ve patatesleri paketinden çıkarıyorum. Mayonez ketçap sıkıyorum, her şeylerini hazır hale getirip mutfaktaki masaya koyuyorum. "Önce yesek olur mu Dee? Kurt kadar açım." Belki kızgınsa kızgınlığı geçer tok olunca diye düşünüyorum. Açlık insanın öfkesini arttırır çünkü, bilirim. Sandalyeye yerleşiyorum ve Big Mac'imin kağıdını iştahla açarak, kocaman bir ısırık alıyorum. Hatta o kadar kocaman ki ağzımı kapayarak çiğnemem mümkün değil, ki ben de dünyanın en kibar insanı sayılmam. O yüzden sorun etmiyorum, hatta üstüne birkaç patates kızartması da atıyorum ağzıma. Hepsini öğütmeme yardımcı olsun diye kolamdan da bir yudum alıyorum. Oh, hayatta fast food kadar güzel şey yok. Yemin ederim hayatım boyunca hamburgerle beslenebilirim ve bundan hiç de rahatsız olmam. Desire tereddütlü ve sanki aklında bir fikir varmış gibi yavaşça yaklaşıyor masaya, temkinli bir şekilde oturuyor. Ağzımın dolu olduğunu fark etmeden konuşuyorum. "Yesene Dee." Lokmam bitince bir başka devasa ısırık alarak iştahla yemeye devam ediyorum. Hayat yemekle güzel lan.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Desire Belcourt
Yale | I. Sınıf
 Yale | I. Sınıf
Desire Belcourt


Mesaj Sayısı : 315
Kayıt tarihi : 06/09/10
Nerden : Empire State Of Mind

Oh, baby baby it's a surprising world Empty
MesajKonu: Geri: Oh, baby baby it's a surprising world   Oh, baby baby it's a surprising world Icon_minitimeC.tesi Ağus. 06, 2011 11:09 am


    Birbirine geçmiş ve düğümlenmiş saçlarıma vurduğum bilmem kaçıncı tarak darbesinin üzerine pes ediyorum. Üzerime daha düzgün bir şeyler geçirmeliyim, ayrıca saça sıkılan şu kremimsi spreyi nerede acaba Jess’in. Beni anca o paklar… Saatime bakıyorum, en fazla on dakikaya hazırım. Ne için? McDonalds yemek için mi? Salak mıyım ben? Tuck’ı aşağıda yalnız bırakmak içime sinmiyor gerçi, ayrıca ne kadar çok görürsem o kadar iyi hissediyorum. O halde kıyafet işini askıya kaldıralım. Yakında cicilerimi giyindiğimi de görecektir sonuçta. Burada kalıyor yani… Değil mi ama? Banyo dolaplarının tamamının kapaklarını aceleyle açıp kapıyorum. En sonunda aradığım mavi şişeyi bulduğumda iç çekiyorum. Elime bir iki fıs sıktıktan sonra daha fazlasının saçımı yağlandırmaktan başka bir işe yaramayacağına kanaat getirip geri tarağımın sihrine sığınıyorum. İşim bittiğinde bir tomar saç kaybettim, ama en azından iyi görünüyorum… Hızlı adımlarım merdivenlere yöneliyor. Kapının açılıp kapandığını duyuyorum. Siparişimiz gelmiş olmalı. Bu midemi memnun eden bir gelişme, haliyle. Sahiden açım çünkü. Salonu sigara kokusu kaplamış. Bu kötü, çünkü babamın evde sigara içilmesine karşı katı kuralları vardı. Neyse suçu Jessi’ye atmak zor olmaz en azından. Ben son basamakta dikilirken elinde yiyeceklerimiz önüme geçiyor. Beni öptüğünde hissettiklerimi tanımlamaksa sahiden güç… İçten bir şekilde gülümsüyorum. Mutluyum, beni mutlu ediyor çünkü… Geri çekildiğine yüz ifadesi sert. Tek kaşım yukarı kalkıyor. Ne diyeceğini elbette ki merak ediyorum. Açıkçası ne kadar geri plana atsam da bana anlatacağı şu önemli şeyin ne olduğu sorucu kafamı fazlasıyla kurcalıyor. "Kalacak bir yerim yok Desire." diyor ardından, direk. Dudaklarım şaşkınlıkla arlanıyor. Bu kadar umursamaz oluşuna kızıyorum. Hayır, hayır asıl kızdığım; kendimim. Ona burada kalıp kalamayacağını sormadan yalvardım. Bencil yanım bana hayır diyemeyeceğini biliyordu çünkü. Kendimden nefret ediyorum. Sakin hareketlerle yiyeceklerle ilgilenirken o, beni kendi kızgınlığımla bırakıyor. Ona da bağırmak istiyorum. Şunu biraz önce söyleseydin olmaz mıydı? Çok çok çok çok sorumsuzsun Noah Tucker. Sahiden çok çok çok çok sorumsuzsun… "Önce yesek olur mu Dee? Kurt kadar açım." Boş bakışlarım yüzüne sabitlenmiş. Ne yaptığını anlamaya çalışıyorum. Önce yesek mi? Ben bile böyle bir durumda yemeği düşünmezdim. Kalacak bir yerin yok Tuck. Ve sadece bir haftam var ailemin geri eve doluşmasına kadar. Bir hafta da sana bir ev buluruz umarım. Yani bulmalıyız, bulalım bir zahmet. Burası New York… Etraf apartmandan geçilmiyor. En azından biri sana uyacaktır. Benden birkaç adım ilerde kurulmuş yemeğini yerken henüz kımıldamamış olduğumu fark ediyor. "Yesene Dee." Ağır ağır yanına yaklaşıyorum.

    "Evet tabii." Patateslerden birini ağzıma atmadan önce saf saf yüzüne bakıyorum milyonuncu defa. Şimdi ne demeli, ee daha daha nasılsınlar zamanı geçti çünkü. Şu an içinde kafamı ev meselesine yoramam, açım çünkü. Aç ayı da oynamayacağına göre. Zaten onun da konuşmak istemediğini görebiliyorum. Tavırları her zaman olduğu gibi yine kendini belli ediyor. Nuggetlerden birini mayoneze batırdıktan sonra sırıtıyorum, en son onunla karşılıklı bir şeyler yememizin üzerinden uzun bir zaman geçti. Genellikle ağaç evde atıştırırdık, ah, ağaç ev… "Neyse ne, bir yolunu buluruz." Hamburgerimin kağıdını soyarken gülümsüyorum ona bakıp. Elbette bir yolunu buluruz… "Önümüzdeki bir hafta bizde kalırsın nasıl olsa, babamlar burada değil…" Yemeğimden aldığım büyük ısırık sonucu dudağımın kenarında kalan sos birikintisini siliyorum serçe parmağımla. Ve yeniden gülümseyerek tekrar ediyorum. "Sonrası içinse, dediğim gibi bir yolunu buluruz…"

SOOON:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Oh, baby baby it's a surprising world
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: The New York City :: Manhattan-
Buraya geçin: