Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone. Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone. Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone. Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone.

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Isaac Ankier
Sir Stafford | IV. Sınıf
 Sir Stafford | IV. Sınıf
Isaac Ankier


Mesaj Sayısı : 18
Kayıt tarihi : 03/07/11

I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone. Empty
MesajKonu: I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone.   I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone. Icon_minitimeSalı Ağus. 09, 2011 9:25 am

    Beyaz şerit. Asfalt. Şerit. Asfalt. Toprak. Çimen. Ağaç. Kökleri topraktan fırlamamış akıllı uslu, yine de bütün kapasitesini kullanarak hayatına devam eden bir ağaç. Sonra görüş alanından hızlıca çıkarak, gözden kayboldu. Gözleri tekrar asfalta kayarken, ağacın kendisinden üstün bir varlık olduğunu bir kere daha kabul etmişti. Bunu aşalı uzun bir zaman olmuştu. Doğaya hayranlığı, buradan geliyordu. Doğadaki o mükemmel uyum, onun mekanizması kendi acizliğini yüzüne vuruyordu elbet; yine de bu hayranlığını azaltmıyordu. Diğer kendini beğenmiş ve dünyayı itila etmiş türdaşları gibi kendisini öteki canlılardan üstün örmemişti hiçbir zaman. İnsan, kendini hep üstün görürdü. Bunu herkes bilirdi. Evrimleşirken egosu patlarcasına açılıp saçılmış insanoğlu, bırakın kendini hayvanlardan üstün görmeyi, çoğu türdaşından dahi üstün görürdü kendini. Ne hakla? Daha doğrusu, hangi mantıkla? İnsan denen mahlukatta mantık olup olmadığı başlıca bir tez konusuyken, buraya girmemeli. Bitkiler, kendi ihtiyaçlarımızı gidermek için kullandığımız “şeyler”di sadece. Şeyler. Çoğu insan onların canlı olmadığını bile düşünürdü. Yani pratikte. Halbuki bütün görevlerini yerine getirmek, daha doğrusu kapasiteyi kullanmak konusunda çoğu insandan daha başarılılardı. Fotosentez ve olunum yap, bütün kapasiteyle. Hayata geliş amaçları, bu. Solunum, fotosentez, çimlen, büyü, üre ve öl. Elbette bitkiler nasıl düşünür, bunu kimse bilemez. Bunun yanında insan ne için dünyaya gelir? Dünyaya geliş amacı, nedir? Keyfine göre yaşayıp sonunda bütün varlığının silinmesi mi? İnsanın dünya denen çukura itilmesinin sebebi nedir? İnsanın kapasitesi, nedir? Bir fikri vardı, kendisine göre. Yine de buna ulaşmaktan henüz çok uzaktı. Peki, insanı o kuyuya iten kimdir? İnsan kendi kendine mi düştü, sırf salaklığı yüzünden, yoksa onu bir iten var mıydı? Alt dişlerini dudağının içine geçirdi, metalik bir tat ağzına yayıldı o bölgeyi kemirirken. Bir itenin varlığına inanmıyordu. İnsanların tanrısına, inanmıyordu. Eğer bir tanrı vardıysa, bunca şeyin olmaması gerekirdi. Bir tanrı, neden kendisini içi boş mucizelerin ve ne olduğu belirsiz kitapların arkasına saklasındı? O kadar kudretli bir tanrı, neden kendisini gizlesindi? Aptalca.

    Yanındaki kıza döndü. Kulaklıklarını kulağına geçirmiş, gözlerini kapatmıştı. Kareli gömleğinin altında göğüs kafesi hafifçe inip kalkıyordu. Uykuyla uyanıklık arası o bulutta gezindiğini çıkardı göz kapakları hafifçe titreyen gözlerinden. Bilinçle bilinçsizliğin nemli öpüşmesinden doğan o bulut-umsu. Aralarında, arabanın tavanına asılmış bir kedi merdiveni sarkıyordu, yeşilli morlu. Çapraz bir şekilde bantlanmıştı. Göğsünün içindeki o kırmızı kuşun hırçın bir biçimde kaburgalarına saldırdığını hissetti tekrar.Barış, olanaksızdı. Nefesini vererek başını pencereye çevirdi. İşte tam o anda gördü.


    “Dur!”

    “Ne?”

    Ani haykırışı önde uyuklamakta olan çocuğu yerinden sıçratmış, arabayı kullananıysa şaşırtmıştı.

    “Dursana! Lütfen durur musun!

    Tekerlekler hızını keserken arabanın tamamen durmasını beklemeden kapıyı açıp dışarı atladı. Gördüğü manzara nefesini kesmiş, kırmızının da daha fazla debelenmesine sebep olmuştu. Önündeki toprağa attığı adımı, toprağın içindeki bir şeyleri huzursuz etti. Orayı aşıp dar patikaya yöneldi. Çok uzun değildi. En fazla kırk saniyelik bir koşma mesafesi.

    ‘"“Nereye?”

    Kocaman adımları birbirini izlerken arkasına dönüp bakmadı. Sonunda düz, taşlık bölgeye geldiğinde ayakkabılarını çıkardı usulca. Üzerindeki tişörtü de hızlıca sıyırıp bir kenara bırakarak koştu. Uzun süredir görüşmemiş iki aşığın buluşması gibi, su yavaşça kapladı bütün vücudunu. Tuz parçaları bedenine yapışırken denizi duyumsadı. Burası onun için bir kurtuluş, bir kaçıştı. Sığınak. Plesenta. Denizdeyken kendinden başka bir şey düşünemezdi. Normalde ikinci dünya ülkelerindeki bir tekstil fabrikası gibi çalışan beyni o an durur, boşluklar silsilesinde içindeki kızılla baş başa kalırdı. Gözlerini kapadı. Bir bisiklet tekerleği sürekli dönüyordu. O, jantlarını görüyordu sadece. Metal jantlar dönerken bir yanılsama tayfı oluşturuyor, o tayf hiç bozulmuyordu. Dönüyor, dönüyordu. Büyülenmiş bir halde, sanki tek işi oymuş gibi, gözünü jantlardan ayıramıyordu. Sonra, jantlar giderek birbirlerinden uzaklaşmaya başladı. En sonunda uzayın yer çekimsizliğine kapılmışlar gibi dağıldılar etrafa. Gözlerini açarken ortalarında bir delik oluştuğunu gördü son anda. Ardından gerçek dünyaya döndü. İçinden kendisine küfretti. O delik, neydi? Nefesini tuttu. Suya battı. Gözlerini açtı, görüşü bulanıktı. Tuzlu suyun yakıcılığı had safhaya ulaştığında mecburen su yüzüne çıktı. Kıyıda ona bakan insanları gördü. “Arkadaşları”. Arkadaş kavramı, diğer bütün sözcükler gibi bir kütleydi sadece. Aslında bir şeyi simgelemiyordu. Bir şey, sözcük olunca, artık o “şey” olmuyordu. O “sözcük” oluyordu. Bu durumda konuşmak da mantıksızdı. Hiçbir değer taşımıyordu çünkü. İnsan hiçbir zaman kendini ifade edemezdi bu yüzden. Anlatamazdı. Kimse, kimseyi bilemezdi. Asla. Yumurtaydı herkes. Evet, yumurta. En basit ve vasıfsız halden gelişirken kendi halinizde, kapasiteye ulaşırken, birisi içinizi öğrenmek amacıyla kabuğunuzu kırarsa biterdiniz. Sonsuza kadar gelişiminize büyük bir küstahlıkla tecavüz etmiş ve sizi bitirmiş kişinin size uygun gördüğü yerde kalırdınız. Aslında siz olmayan o alt seviye. O kişi de sizi bildiğini sanırdı. Ama dediğim gibi, kimse kimseyi bilemez.

    Sudan çıktı. İç çamaşırları ve şortu üzerine yapışmıştı. Şaşkınlık ve bıkkınlık karışımı bir ifadeyle ona bakan iki adama omuz silkti. Yerdeki tişörtünü tekrar üzerine geçirip ayakkabılarını eline aldı ve patikaya yöneldi. Arabaya bindiklerinde, kız hala uyuyordu. Yola devam ederken aralarındaki sessizlik adeta hissedilebilir, duyumsanabilir bir boşluktu. Şehre yaklaştıklarında duyulmaya başlayan araba sesleri, arabanın dışında kalıyor, içerideki boşluğa dolamıyordu. Koltuğa doğru düşmeye başlayan gölgesine kaydı bakışları bilinçsizce. İnsanın ruhunun, gölgeleri olduğuna inanıyordu. Normal görünüşlerinde, dış kabuklarından daha farklı daha değişken. Ağzı, gözü, yüzü, herhangi bir analiz yapılabilecek bir tanımlanabilir görünüşü olmayan. Ve simsiyah. Alabildiğine karanlık. Yine de bir ruh var mı, onu bilmiyordu. Nasıl bilebileceğini de bilmiyordu ancak; olmasını istiyordu. Bunu deli gibi istiyordu, çünkü; insan bedeninden nefret ediyordu. Onu sınırlayan bir bedeni olmasından nefret ediyordu. Gün geçtikçe çürüyen bir organizma olmak fikri çok tiksindirici, ve kırıcıydı. Vücutlar çürüyordu, insan ölüme doğru koşuyordu ve bunun farkında değildi çoğu insan. Farkında olup bu kadar sakin, bu olağan, çıldırtıcı derecede gündelik olamazlardı. Kimse fark etmiyordu. Kızıl pençelerini tekrar kaburgalarına sürdü. Ellerine baktı. Ne değeri vardı bunların? Harcanmış mıydı bunlar? Gereksiz. Onlar da çürüyordu. Onları görmesini sağlayan gözleriyle beraber. Ve bütün bunları düşünmesini sağlayan beyni de. Şeffaflaşmak istiyordu. Öylesine manyakça bir istekti ki bu, zaman zaman delirip delirmediğini düşünürdü. Lakin çocukluğunda aklına düşmüş bu fikir tek yol, hayat amacı için tek çıkış olarak görünüyordu. Şeffaflaşma için yaptığı ve yapacağı fedakarlıkları düşündü. Zaten nefret ettiği, tiksindiği insanoğlundan soyutlanmıştı. Bu soyutlanma, ruhsaldı. Onların içindeyken, asla birine değmemek, buna izin vermemekti. Yine de insanlar ona çarpardı. Bazen nazikçe omzuna dokunurlardı. Bazen, o nazikçe omzuna dokunanlar tarafından sevilmek isterdi. Sevginin bir kara delik olan içini doldurmasını, sevginin nasıl bir şey olduğunu bilebilmeyi isterdi. Sevilmek açlığı, bazen bütün ruhunu kaplardı. Fakat buna direnir, anı naziklikte onları uzağa iterdi. Kendi dünyasında onlara yer yoktu. Sevilmek arzusu, şeffaflaşma tutkusunun yanına yaklaşamazdı. Kırılan yumurta olma düşüncesi, beton etkisi yaratıyordu. Aynı zamanda kimseyi sevemeyeceğini de biliyordu, o arzuya yenik düşse bile, yapamayacaktı. Kendi kendini muazzam bir kara delik haline getirmiş bir insan, bunu yapamayacağını bilirdi. Özellikler ya doğuştan gelirdi, ya da sonradan kazanırdınız. Sonradan kazandıklarınız değişirdi, çünkü o siz değildiniz. Ama doğuştan gelenler, siz olanlar, yapı taşlarınızdı. Asla değişmeyenler. Öz. O, yalnız doğanlardandı, ve tek amacı, şeffaflaşmaktı. İyi bir okulda okumuş olmak, iyi bir iş ve araba sahibi olmak, çok eğlenmek, çok seks yapmak onun için önemsizdi.

    “Dikkat et!”

    Midesindeki ağırlık merkezi yer değiştirirken bir an kendisini kütlesiz hissetti. Bedeni öne doğru savrulurken aynı şekilde arabanın da savrulduğunu gördü. Hemen yanında patlayan camın parçaları vücudunun sağ tarafına saplanırken kocaman bir maket bıçağı omzundan başlayarak derisini yarıyor ve aşağı doğru ilerliyormuş gibi hissetti. Arabadaki diğer insanların, arkadaşları, haykırışları ve lastiklerin asfalttı yalayan çığlıklarının kulaklarında uğuldamadığını fark etti. Sonsuz sessizlik duruma öylesine bir absürdlük katıyordu ki gülmeden edemedi. Kendi gülüşünü de duyamadı. Yanındaki kızın, kendisinin aksine, emniyet kemeri takılıydı. Haykırdığını, açık olan ağzından ve titreşen boğazından anladı. Duyamadı. Arabanın kendi etrafında dönerek savrulması yavaşlarken eylemsizlikle sırtı tekrar koltuğuna yapıştı. Sağ tarafını hissetmiyordu. O tarafı bir acı kütlesinden ibaretti. Tam o anda kafatasına saplanan bir acı daha vardı ve o, hepsini ezip geçiyordu. Ölmek istemiyordu. Onu çıldırtırcasına korkutan şeyle, o boşlukla, karşılaşmak istemiyordu. Şeffaflaşmadan değil. Henüz değil. Artık camı olmayan sağ tarafındaki kapının boşluğundan dışarı çevirdi gözlerini. Görüşü kırmızılaşmıştı. Acayip bir kırmızı görüş alanını perdelemişti. Vücudunun kontrolünü kaybettiğini, artık o çürüyen şey üzerine bir etkisi olmadığını anlaması birkaç saniyesini aldı ve bunu sıra dışı bir sakinlikle karşıladı. Son gücüyle başını iyice sağa, o cam boşluğuna çevirdi. Yanındaki kızın elleriyle kendi bedenini kavradığını hayal meyal hissedebiliyordu. Gözlerini o boşluktan ayırmadan büyük bir çabayla sol elini ıkzın elinin üstüne koydu. Gözleri gökyüzündeydi. Tepede, güneş, akkor metal bir para gibi parlıyordu. Gözleri yanıyor ve sulanıyordu, ama önemi yoktu. Yanaklarından aşağı gözlerine sığmayan yaşlar süzülürken, bir saniye bile kıpırdatmadı gözlerini. Gözleri bir ölününki gibi camlaşmıştı. Bütün görüşünü kaplayan kırmızı daha da koyulaşırken gözsündeki kızılın kafesini, kaburgalarını, sonunda parçaladığını ve vahşi bir zafer hareketiyle dışarı süzüldüğünü hissetti. Huzur benzeri garip bir duygu içine doldu. Bir damla çene çizgisinden aşağı doğru süzülürken kırmızı en koyu halini aldı ve matlaştı. Her şey kırmızı oldu. Tek şey, kırmızı oldu. Güneşin en saf hali. Ve o, güneşi giydi.

    Kucaklayıcı bir dinginlik içine bürünmüş bir şekilde gözlerini açtığında, tanıdık tavana vuran ay ışığını gördü.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
I will let the sounds of these woods I have known, sink into blood and to bone.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: The New York City :: Diğer Yerler & Mekanlar-
Buraya geçin: