Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
Why won't you let me rest? Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
Why won't you let me rest? Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
Why won't you let me rest? Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
Why won't you let me rest? Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
Why won't you let me rest? Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 Why won't you let me rest?

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

Why won't you let me rest? Empty
MesajKonu: Why won't you let me rest?   Why won't you let me rest? Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 1:56 am

    Manhattan'da, Crepstica Sandry'nin mükemmel bahçesinde, birkaç saat öne neşeli insanların koşuşturduğu bahçede, bir karga henüz kreması erimemiş olan pastanın üstünde durmaktaydı. O an bahçeyi temizlemekte olan onlarca önlüklü hizmetçiden hiçbiri daha dokunmamıştı ona. Gagasıyla kocaman katlı pastaya dalmadan önce, en hoşuna giden kokuyu içine çekiyordu. Bunun uzun zamandan beri arzuladığı yemek olduğu söylenebilirdi. Sadece onunla da kalmayacaktı zaten, hizmetçilerin henüz toplamadığı kızartmalar, bonfileler ve daha bir sürü şey vardı onu bekleyen. Şanslıydı. Gagasını yumuşak kremaya daldırıyor ve kekin iç kısımlarına dalana dek silkeleniyordu. Pasta parçalarını alıp biraz uzağa taşıyor ve bir anda yutuyordu. Şimdi ironik bir şekilde ters dönmüş domuz kızartmanın göğsünde yürüyor ve gagasını kahverengi, soslanmış deriye batırıyordu. Doyana değin yiyordu. Havalanıp Sonae'ye doğru yola düşmeden önce, her sabah olduğu gibi ölüleri toplayan mavnaların geçtiği vadiye doğru uçmadan önce, şişmiş hayvanın bacaklarından birine kondu ve eti kemiğinden ayırana değin gagalsdı. Böyle ziyafetler sürekli olmuyordu. Teşekkür etme yetisine sahip olsa, ilk kez bir insana gidip teşekkür edebilirdi. Bunlara sebep olan genç adama hayvani dürtülerinin el verdiği ölçüde bir şeyler hissediyordu. İnsani olabilseydi eğer, minnetti büyük ihtimalle. O an adamın bileğinden tutmuş bir şekilde hızlı adımlarla yürüyen genç kızın böyle düşünmediği hızlı hızlı nefes almasından belli oluyordu. Kemikli ince parmaklarının kavradığı diğer elindeyse kare tahta kutu vardı. Her şeyin, gerçekten her şeyin sembolüydü aslında. Kızın, midesinden yükselen ekşimsi tada karışan öfkeyi bastırması zor olmayacaktı. Kutu ondaydı. Uzun çimenler ayakkabı tabanlarının altında ezilirken hafif rüzgar açık sarı saçlarını belli olmayan bir yöne doğru savurdu. Bunun mantığı olamazdı, yani nasıl, nasıl buraya gelebilmişti genç adam? Nasıl? Ailesi de dahil kimseye bir laf etmeden ve bütün izini kaybettirerek ortadan tüymesine rağmen, nasıl izini bulabilmişti? Pahalı ve profesyonel özel dedektifler tutacak parası yoktu ve bu durumda, okyanus aşırı bir insanı nasıl bulabilmişti? Türlü nasıllar kafatasının içinde bir sağa bir sola uçuşup öne arkaya çarparkan asıl önemli soru neon lambalarla yazılmış gibi parlıyordu o fırtınanın içinde.

    Kızın sıkılganlığı ve korkmuşluğu yüzünden biten, ama nedense aslında bir türlü tam anlamıyla bitememiş bir şeyler. Erkeğin kızgınlıktan, kırgınlıktan saçmalaması. İkisinin de hayal kırıklığından dolayı birbirlerini incitme çabası. Erkeğin sürekli yanar döner bir halde olan duyguları ve kızın buna ayak uyduramayıp usanması. Kızın aşırı bencilliği ve yer yer duygusuzluğu.Güya birbirlerini düşündükleri için sürekli pas geçtikleri duygular. Birbirlerinin içinde kaybolup gittiklerinden birbirlerine sahip çıkamıyorlardı. Dünyanın bir arada durması en zor iki insanının birlikteliği ve bundan doğan kaos. Gün geçtikçe birbirlerini bitirmeleri ve ikisinin de bu tepkimeden dışarı çıkamamaları. Giderek ağırlaşan, hayatlarını kabusa çeviren işi çocuğun. Ve sonunda o en son, o en büyük olay sonucu kızın kendini bu girdaotan dışarı atması. Koşarcasına kaçması oradan, çok uzağa. İki genci pek de tanımayanlara bu cümlelerle açıklanabilirdi durum en fazla. Çünkü ne olursa olsun, kimse onların ilişkisini anlayamayacaktı.

    İkisi dışında hiç kimseye bir şey ifade etmeyecek olan kutuyu daha sıkı kavradı ince parmakları genç kızın. Harabeye dönmüş eski istasyon binasına vardıklarında adımları yavaşladı. Hızlı bir hareketle önüne geçen adamın gözlerine baktı. Adamın yüzünde beliren büyük sırıtış hem insanı delirtecek derecede alaycı hem de içtendi. Erkeğin bileğinden çektiği parmaklarını kendi saçlarının arasına götürdü. Alnına düşen yumuşak saçlarını geriye ittirdi. Parmaklarını saçından çekmedi, uzaya fırlatılmış bir maymunun ifadesi vardı yüzünde.

    ” Nasıl? “

    O her şeye rağmen iyiydi, hepsi bu. Bir yıl boyunca yanında olmuştu. Her zaman fiziksel olmasa da ruhen ruhuna kelepçelenmiş gibiydi. Üç yüz altmış beş gün. Ve üç yüz altmış beş gece. Olaylar bitmemişti, olaylar. Var oluş nedenleri bitmemişti. Hayat Racine'in bir trajedisindeki gibiydi. Tek başına bir gençti. Tek değildi, ama onunla tek bir insan gibi olmuşlardı. Hangi acı, hangi sevinç onu kendine getirebilirdi? Neredeydi, ne yapmıştı ve ne yapmalıydı? Onu nasıl bir değişim ve hüzün bekliyordu? Olayların içinde olmaktan hoşlanıyor muydu? Hayır. Adamın ispirto ocağı gibi kendisini tüketmesini seviyor muydu? Karşısında duran bu adam onu öldürmüştü. Gebertmiş, boğazlamış, becermiş ve onu mahvetmek için her şeyi yapmıştı. Evet, kesinlikle. O da aynısını genç adama yapmıştı herhalde. Onlar birbirlerine "Jeg er ikke forelsket i deg." dedikleri andan itibaren günlük hayatın önemli önemsiz her -ama her!- öğesini aralarından çıkarıp bundan başka hiç bir şey önemsememiş iki insandılar. Basitçe başlayan bu oyunları zamanla acayip bir inat hikayesine dönüşmüştü; lakin bunu seviyorlardı. Yaşamak için verilen en güzel şeydi bu, yaşam kaynağıydı adeta. Bu oyun olmadıkça hayatları rutin, yavan ve sıkıcı olurdu. Sağ eliyle bacağına yasladığı renkli kutuyu daha sıkı kavradı. Tuşları iğneden bir piyanoda , elleri kan içinde kalsa da , bildiği en güzel besteyi çalan piyanistin hissettiği şeydi karşısındaki adama karşı hissettiği. Karşısında duran adamın parlayan mavi gözlerine baktı. Elini saçlarının arasından çekti. Rüzgarın şiddeti artıyordu. Tahta kutuyu mide hizasına getirerek iki elinin ince parmaklarıyla tuttu.

    ‘" Benimle gel. "

    Adamın bilmediği şey, onunla gitmeyeceğiydi. Kendisiyle ilgili hiçbir şeyi bilmemişti zaten. O hep kendini ve kıza karşı olan hislerini bilmiş, ama kızı hiçbir zaman bilmemişti. O anda da, gitmeme sebebini nasıl açıklayacağını düşündü adama. “Ben aşık oldum. “ dese anlamayacaktı. Bu cümlesine gülüp geçecek, ondan başkasına aşık olmasının mümkün olmadığını söyleyecek ve kız diretince o muhteşem sinir krizlerinden birini geçirecekti. Adı gibi biliyordu bunu. Yine de konuşmak için ağzını açtığında, rüzgar çok şiddetli bir hal aldı, gözlerine, kulaklarına ve burnuna yerden kalkan kumlar doldu. Gözlerini acıyla yumdu.

    Nefes nefese gözlerini açtı. Terden sırılsıklam olmuş yastığının ucuna gelmiş, aynı şekilde sırılsıklam olmuş saçları şakaklarında kargacık burgacık şekiller oluşturmuştu. Beyaz çarşaf bacaklarının arasında toplanmıştı. Burnuyla dudaklarının birleştiği bölgede sıcak bir gıdıklanma hissetti, parmaklarını oraya götürdü. Doğmak üzere olan güneşin morumsu ışığında parmaklarına baktı: kan. Midesinin acıyla büzüldüğünü, bütün organlarının vakumlanmış gibi kendi içlerine doğru çekildiğini hissetti. Rüyanın etkisiyle kanın yaptığı çağrışım beynine sünger geçirilmiş gibi bir duyguya sebep oldu. Hızlıca yatağından kalkıp banyoya seğirtti ama önüne geçtiği ilk şey lavabo değil, klozetti. Beyaz kapağı kaldırıp içinde safradan başka hiçbir şey kalmayana kadar kustu, kustu; kustu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Why won't you let me rest?
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: The New York City :: Brooklyn-
Buraya geçin: