Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Empty
MesajKonu: But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.   But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 4:06 am

    Jean-Luc bir çıkmazdaydı artık. Elinde hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey bilmiyordu, hiçbir şey bilmediğini biliyordu. Yalnızca başladığı yere dönmekle kalmamış, başlangıcın da gerisine düşmüştü. Öylesine uzağındaydı ki başlangıcın, burası aklına getirebildiği bütün sonlardan daha kötüydü. Saati neredeyse altıyı gösteriyordu. Şu an önünde durduğu kitapçıya geldiği yoldan döndü evine, her sokakta adımlarını daha da hızlandırıyordu. Oturduğu sokağa vardığında artık koşuyordu. Ağustosun on biri, diye düşündü. Burası New York, yarın da ağustosun on ikisi olacak. Her şey yolunda giderse bir sonraki gün de ayın on üçü olacak. Ama hiçbir şey kesin değildi. Thierry Velle’i arayacağı saat çoktan geçmişti, telefon edip etmemeyi ölçüp biçti kafasında. Adamı yok saymak mümkün müydü? Her şeyi yüzüstü bırakabilir miydi şimdi, öylece? Evet, diye düşündü, bu mümkün. Bu filmi unutabilir, kendi düzenine dönebilir, bir başka senaryo yazabilirdi. Canı isterse bir gezintiye bile çıkabilirdi, bir süreliğine ülke dışına bile gidebilirdi. Paris’e gidebilirdi örneğin, evine. Evet, bu mümkündü. Neresi olsa olur diye düşündü, neresi olursa.

    Tek odasında oturup duvarları seyretti. Bir zamanlar su yeşili olduklarını anımsadı, ama şimdi tuhaf bir sarıya dönüşmüşlerdi. Belki bir gün iyice solarlar, griye, hatta kahverengine çalarlardı, çürüyen meyve gibi. Su yeşili bir duvar sarı bir duvar oluyor, sarı bir duvar gri bir duvar oluyor, dedi kendi kendine. Boya soluyor, kentin isi ona saldırıyor, sıva içten içe ufalanıyor. Değişiklikler, sonra başka değişiklikler. Bir sigara içti, sonra bir tane daha ve bir tane daha. Ellerine baktı, kirli olduklarını gördü, yıkamak üzere ayağa kalktı. Banyoda lavaboya su akarken tıraş da olmak istedi. Yüzüne tıraş köpüğü sürdü. Temiz bir jilet çıkardı ve sakalını kazımaya başladı. Aynaya bakmak her zamanki gibi hoşuna gitmedi ve aynadaki aksiyle göz göze gelmemeye çalıştı. Aynalardan hoşlanmıyordu. İnsanın ruhunu kapana kıstırmış iğrenç bedenlerini seyretmeye doyamamalarını ve onun üzerinde delicesine oyalanmalarını anlayamıyordu insanların. O, bütün sınırlamaların maddeye bürünmüş hali olan insan vücudundan iğreniyordu. Mutfağa gitti, bir kase mısır gevreği yedi, üstüne de bir sigara daha içti.

    Saat yedi olmuştu. Bir kez daha Thierry Velle’e telefon etmeyi geçirdi aklından. Bu konuyu kafasında evirip çevirirken aklına artık hiçbir fikri olmadığı geldi. Telefon etme gereğini görüyor, ama aynı zamanda etmeme gereğini de görüyordu. Sonunda karar vermesini sağlayan, belki de Fransız olmasının etkisiyle, görgü kuralları oldu. Thierry Velle’e haber vermeden ortadan kaybolması doğru olmayacaktı. Telefon ederse hareketi mazur görülebilirdi. İnsanlara ne yapacağını söylediği sürece, diye mantık yürüttü, bir önemi olmaz. O zaman istediğini yapmakta özgür olursun. Lakin telefon meşguldü. Beş dakika bekleyip bir kez daha çevirdi numarayı. Yine meşguldü. Ondan sonraki bir saat boyunca Jean bir numarayı çevirip bir bekledi, ama sonuç değişmedi. Sonunda santralı arayıp telefonun bozuk olup olmadığını sordu. Yanıt almak için otuz cent ödemesi gerekiyordu. Sonra hatta bir cızırtı oldu, bir başka telefonun çevrildiğini duydu. Araya başka sesler karıştı. Jean, telefon santralında çalışanların nasıl insanlar olduğunu gözünde canlandırmaya çalıştı. Sonra ilk konuştuğu kadın, numaranın meşgul olduğunu bildirdi. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Öyle çok olasılık vardı ki düşünmeye başlayamıyordu bile.

    Televizyonu açtı, Nouvelle Vague dönemine ait bir filmin ilk on dakikasını izledi. Sonra bir kez daha çevirdi numarayı. Aynı şey. Filmin ortasında kadının teki bir yerden bir silah aldı, sonra bir adamın yanına giderek onunla bir orman yürüyüşüne çıktı. Diyaloglar vasatın üzerine geçmiyordu. Yönetmen kadının ağzından özgürlük kavramını sorguluyor, izleyeni kilitli bir odaya sokmaya çalışıyordu ama bu konuda başarılı olduğu söylenemezdi. Jean filmi hiç umursamadığını fark etti. Ekrana bir bira reklamı gelince sesi kıstı. Onuncu kez Thierry Velle’e ulaşmaya çalıştı ve onuncu kez aynı şey oldu. Reklamdan sonra adam ve kadın kadının evine gittiler, seviştiler ve ertesi gün bir bota bindiler. Bunun üzerine televizyonu da kapattı. Siyah defterini buldu, masasına oturdu ve iki saat durmadan yazdı. Yazdıklarını okuma zahmetine girmedi. Sonra yine Thierry Velle’i aradı ve yine meşgul sesini duydu. Telefonun almacını yerine öyle bir çarptı ki plastik çatırdadı. Yeniden aramaya çalıştığında çevir sesi gelmedi. Ayağa kalkıp mutfağa gitti, kendine bir kase mısır gevreği daha hazırladı. O sırada kapının tahtasını titreştiren el vuruşları duydu. Yavaşça iskemlesini geriye ittirdi ve kapıyı açtı. Geriye çekilerek kızın geçmesi için yol açtı, sonra mutfağa dönüp iskemlesine ilişti.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Empty
MesajKonu: Geri: But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.   But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 5:35 am

    O gün hiç oturmamıştı. Erkenden, saat sekizi geçer geçmez sokağa çıkmış ve durup nereye gittiğini hiç düşünmemişti. O gün, daha önce hiç farkına varmadığı şeyler görmüştü. Zihninin sisleri arasında durmadan çalışan çarkları, kentin bulanık seslerinin içine durmadan vuran bir metronomdu. Broadway’den 72. Sokak’a yürüdü, doğuya, Central Park’ın batı kenarına döndü, Madison Caddesine ulaşana kadar güney Central Park boyunca ilerledi, sağa saptı, kent merkezine, Grand Central Garı’na yürüdü. Birkaç sokakta gelişigüzel dolaştıktan sonra bir mil kadar güneye yürüdü, 23. Sokak’ta Boradway’le Beşinci Cadde’nin kesiştiği köşeye geldi, durup Flatiron Binası’nı inceledi, sonra yön değiştirdi, Yedinci Cadde’ye ulaşana kadar batıya doğru ilerledi, orada sola döndü ve kent merkezine doğru ilerledi. Sheridan Meydanı’na varınca yeniden doğuya döndü, Waverly Meydanı’na doğru avare avare yürüdü, Altıncı Cadde’de karşıya geçti, Washington Meydanı’na doğru devam etti. Kemerin altından geçti, kalabalığa karışıp güneye yöneldi, bir sokak lambası ile bir ağaç gövdesi arasına gerilmiş gevşek bir ip üzerinde numaralar yapan bir hokkabazı seyretmek için kısa bir an durdu. Sonra, doğudaki, kent merkezine yakın olan kapısından çıkarak küçük parkı terk etti, yeşilliklerle kaplı üniversite konutlarından geçti, Houston Sokağı’nda sağa döndü. Batı Broadway’de yeniden döndü, ama bu kez sola, Canal’a doğru yoluna devam etti. Sağa doğru ufak bir kavis çizip küçük bir parktan geçti, Varick Sokağı’na girdi, bir zamanlar oturduğu 6 numaranın önünden geçti, sonra yeniden güneye yöneldi, yeniden Batı Broadway’i tutturdu, Varick Sokağı’na çıktı. Batı Broadway’i izleyip eskiden Dünya Ticaret Merkezi’nin olduğu yere geldi. Bir şeyler yemeye karar verdi, hemen yanından geçtiği fast-food restoranlardan birine girdi, parmaklarını bilinçsizce çıtlatırken bir yandan da ağır ağır sandviçini yedi. Sonra yeniden doğuya doğru yürüdü, finans bölgesindeki dar sokaklarda gezindi, sonra güneye, Bowling Green’e doğru yöneldi, suyu, öğlen ışığında yan yatan martıları gördü. Bir an aklına Staten Adası feribotuna binmek geldiyse de vazgeçti ve kuzeye doğru yürümeye başladı. Fulton Sokağı’na varınca sağa saptı ve Doğu Broadway’den kuzeydoğuya ilerledi, Aşağı Doğu Yakası’nın kirli havasından ve sonra Çin Mahallesi’nden geçti. Oradan sonra Bowery’ye çıktı, o da Froydis’i alıp On Dördüncü Sokak’a götürdü. Sonra sola döndü, Union Alanı’nından geçti, Park Bulvarı’nın güneyini izleyerek kuzeye çıktı. 23. Sokak’a gelince kuzeye çark etti. Birkaç blok sonra yine sağa saptı, bir blok boyunca doğuya doğru yürüdü, bir süre Üçüncü Cadde’de ilerledi. 32. Sokak’a gelince sağa saptı, İkinci Cadde’ye çıktı, sola döndü, kentin dışına doğru üç blok daha geçti, son bir kez sağa saptı, sapınca da Birinci Cadde’ye çıkmış oldu. Birleşmiş Milletler Binası’na kadar olan yedi bloku geçti, biraz dinlenmeye karar verdi. Alandaki bir taş banka oturup derin derin soluk aldı, gözlerini kapatıp açık havada ve ışığın altında oyalandı.

    Bütün bu kendini koyvererek yürüme, beynindeki çarkların durmasını sağlıyordu ve bu yüzden yürüyebilmesine minnet duyuyordu. Manyakça yürüyüşlerinin açıklaması buydu; düşünmesini engelliyorlardı. Gözlerini açtığında ayaklarının en sonunda kendisini nereye getirmiş olduğunu idrak eden beyni aynı zamanda çaprazlama ilişkisiyle bir şeyi daha fark etti. Jean’ın oturduğu yerin yakınlarındaydı, ve ani bir dürtüyle, ona uğramaya karar verdi. Durup da ne yaptığını düşünmedi ya da bu hareketin olası sonuçlarını çözümlemedi.Taş bankı kendi yalnızlığına bırakarak yerinden kalktı ve yürümeye başladı. Apartmanın içine girip üçüncü kata çıktığında, kapı onu bekletmeden açıldı. Mutfağına yönelen genç adamın evde olduğuna sevinmişti. Kapıyı kapatarak onun arkasından mutfağa seyirtti. Beyaz tahta dolaplardan birini açarak kendisine bir kase ve ikinci çekmeceden bir kaşık alarak mutfak tezgahına, adamın karşısındaki iskemleye yerleşti. Hemen yanlarında duran mısır gevreğinden kaseye yeteri kadar boşalttıktan sonra sütün kapağını açtı ve kaseyi doldurmaya başladı. Dikkatini yürürken gördüğü şeyler üzerinde toplamıştı.

    “ Bugün hiç olmadığı kadar: Berduşlar, serseriler, alışveriş torbası hanımları, başıboşlar ve sarhoşlar. Yalnızca yoksul olanlardan sersefillere kadar değişen bir yelpaze. Nereye dönsen varlar. İyi ve kötü mahallelerde. “

    Sütün kapağını kapatıp tezgahın üzerine koydu. Kaşığını mısır gevreğinin içine daldırıp daireler, elipsler, dörtgenler ve çokgenler çizmeye başladı.

    " Bazıları dilenirken gururlu pozlar takınıyorlar. Bana şu parayı verirseniz, der gibiler, çok geçmeden yeniden aranıza dönerim, günlük turlarıma başlar, gider gelirim. Serserilikten kurtulma umudunu çoktan yitirmişler de var. "

    Önündeki kaseden bir kaşık aldı. Henüz yumuşamamış gevrek tanelerinin dışlerinin arasındaki nahoş gıcırtısı beynini doldurdu. İnsanın ağzının içinde olan şeylerin sesini bu kadar yüksek sesle duymasını adil buluyordu. Bir şeyi kendi isteğimiz için yok ediyorduysa insanoğlu eğer, yok oluş çığlıklarına da katlanmalıydı.


    " Şapkalarını, çanaklarını ya da kutularını önlerine koyup kaldırıma seriliyorlar, başlarını kaldırıp geçenlere bakmıyorlar bile, hatta para atanlara teşekkür edemeyecek kadar bezginler."

    Kaseden bir kaşık daha aldı, ağzındaki lokma daha bitmemişken. Konuşurken sesi bunlar yüzünden boğuk çıktı.

    " Kendilerine verilen parayı hak etmeye çalışanlar da var: kör kalem satıcıları, arabanın ön camını silen şarapçılar. Bazıları hikaye anlatıyorlar, genellikle de kendi hayatlarının acıklı hikayelerini, kendilerine yardım edenlerin iyiliklerine karşılık vermek istercesine. Bu karşılık sözcüklerle sınırlı kalsa da. "
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Empty
MesajKonu: Geri: But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.   But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 6:58 am

    “ Bugün hiç olmadığı kadar: Berduşlar, serseriler, alışveriş torbası hanımları, başıboşlar ve sarhoşlar. Yalnızca yoksul olanlardan sersefillere kadar değişen bir yelpaze. Nereye dönsen varlar. İyi ve kötü mahallelerde.

    Bazıları dilenirken gururlu pozlar takınıyorlar. Bana şu parayı verirseniz, der gibiler, çok geçmeden yeniden aranıza dönerim, günlük turlarıma başlar, gider gelirim. Serserilikten kurtulma umudunu çoktan yitirmişler de var.

    Şapkalarını, çanaklarını ya da kutularını önlerine koyup kaldırıma seriliyorlar, başlarını kaldırıp geçenlere bakmıyorlar bile, hatta para atanlara teşekkür edemeyecek kadar bezginler.

    Kendilerine verilen parayı hak etmeye çalışanlar da var: kör kalem satıcıları, arabanın ön camını silen şarapçılar. Bazıları hikaye anlatıyorlar, genellikle de kendi hayatlarının acıklı hikayelerini, kendilerine yardım edenlerin iyiliklerine karşılık vermek istercesine. Bu karşılık sözcüklerle sınırlı kalsa da. "

    “ Gerçek yeteneğe sahip olanlar da vardır. “

    Örneğin geçen gün gördüğü zenciyi ele aldı. Bir yandan sigaralarla hokkabazlık yapıyor, bir yandan da ayak ucunda dans ediyordu, gururluydu. Belli ki bir zamanlar vodvil sanatçısıydı, üzerinde mor bir elbise, yeşil bir gömlek ve sarı bir kravat vardı, dudaklarında da sahne günlerinden kalma yarım yamalak bir gülümseme. Kaldırımlara tebeşirle resim çizen sanatçılar da vardı, müzisyenler de: saksafoncular, elektro-gitar çalanlar, kemancılar. Ara sıra karşınıza bir dahi de çıkabilirdi, tıpkı geçen gün kendisine olduğu gibi: başında yüzünü gizleyen şapkasıyla, yılan oynatıcısı gibi kaldırıma bağdaş kurup oturmuş, yaşını bilemediği bir klarnetçi. Tam önünde iki tane kurmalı oyuncak maymun duruyordu, birinde tef, ötekinde trampet vardı. Biri sallanıyor, öteki elindeki çalgıyı gümbürdetiyor, birlikte acayip ve kusursuz bir sinkop tuttururken adam elindeki alette, doğaçlamadan sayısız minik müzikler çalıyor, dimdik tuttuğu bedeni öne arkaya sallanıyor, maymunların ritmini enerjik bir biçimde taklit ediyordu. Çevresini umursamadan, ustaca, minör makamda gevrek ve deli dolu notalar çalıyor, sanki o mekanik arkadaşlarıyla birlikte orada, kendi yarattığı evrenin içinde bulunmaktan memnunmuş gibi, bir kez bile başını kaldırıp bakmıyordu. Uzunca zaman sürmüştü bu, aslında hep aynı şeydi, ama onu dinledikçe oradan ayrılıp gitmek daha da güç gelmişti kendisine. O müziğin içinde olmak, onun yinelemelerinin halkası içine çekilmek: belki de insan öyle bir yerde sonsuza kadar kaybolabilirdi. Zihninden geçen bütün bu düşünceleri sesli olarak kesik kesik, Froydis’e anlattığını fark etti. Karşılıklı olarak yedikleri mısır gevreğini çiğnemesi arada senin boğulmasına, yer yer cümlelerini kesmesine sebep olmuştu.

    Mutfakta iskemlesinde otururken, nesneler konusunda bir kara varmış olduğunu fark etti. Kendisi bunu bilmese de yanıt hazırdı, biçimlenmiş durumda başının içindeydi. Telefonun meşgul sesinin gelişigüzel olmadığını şimdi anlıyordu. Bir işaretti o, istese bile bu filmle olan ilişkisini kesemeyeceğini söylüyordu ona. Bu işten vazgeçtini bildirmek üzere Thierry Velle’le bağlantı kurmak istemiş ama kader buna izin vermemişti. Jean- durup düşüncelerini bunun üzerine yönlendirdi. Kullanmak istediği sözcük ‘kader’ miydi gerçekten? Sıkıcı ve modası geçmiş bir seçenek gibi göründü bu gözüne. Yine de, üzerinde iyice düşününce söylemek istediği şeyin tam da bu olduğunu keşfetti. Tam olmasa da aklına gelebilecek terimlerin en uygunuydu. Ne olduğu, ne olması gerektiği bağlamında ‘kader’. Kocakarı uydurması veya genç kız boyun eğmesi olan kader değil. ‘Yağmur yağıyor.’ ya da ‘Gece indi.’ Cümlelerindeki gibi kader. Bu yağmuru yağdıranın ya da geceyi indirenin de ne olduğunu Jean hiç bilmemişti. Tanrı olmadığını biliyordu. Her şeyin genelleştirilmiş bir durumuydu belki; dünyada olup bitenlerin üzerinde oturduğu temeldi. Bundan daha kesin konuşamıyordu. Ama belki de kesin bir tanım aramıyordu. Geriye bir sorun kalmıştı. Thierry Velle ile bağlantı kuramıyorsa, tam olarak ne yapması gerekiyordu? Bu durumda istediğini yapabilirdi, adama haber vermeyi denemiş, ama ulaşamamıştı. Evine kadar gidecek hali yoktu ve, zaten evinin nerede olduğunu bilmiyordu. Artık Thierry Velle’e telefon etmesine gerek yoktu. Ne olduğu bilinmeyen o meşgul sinyalini aklından çıkarıp atabilirdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Empty
MesajKonu: Geri: But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.   But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimeCuma Ağus. 12, 2011 2:54 am

    “ Gerçek yeteneğe sahip olanlar da vardır. “

    Haklıydı, ama dilencilerle göstericiler başıboş insan topluluğunun yalnızca küçük bir yüzdesini oluşturuyordu. Onlar düşmüşlerin aristokrasisi, seçkinleriydi. Yapacak işleri, gidecek yerleri olmayanların sayısı çok daha fazlaydı. Pek çoğu ayyaştı, ama bu söz, onların içinde bulunduğu yıkımı tam anlamıyla ifade etmiyordu. Umarsızlık simgesi halinde, paçavralarıyla, yüzleri yara bere ve kan içinde zincire vurulmuş gibi sokaklarda ayaklarını sürüyerek dolaşıyorlardı. Kapı eşiklerinde uyuyor, trafiğin içinde şaşkınca tökezleyerek yürüyor, kaldırımlarda çöküp kalıyorlardı. Gözünüzü nereye çevireseniz onları görüyordunuz. Kimisi açlıktan ölüyordu, kimisiyse yorgunluktan; dayak yiyenler, yananlar ya da işkence edilenler de vardı. Bu özel cehenneme düşmüş her bir insana karşılık deliliğin içine hapsolmuş başkaları vardı; yanı başlarındaki dünyaya çıkmayı başaramayanlar. Oradaymış gibi görünseler de var sayılmaları mümkün değildi. Örneğin nereye gitse elindeki bagetleri bırakmayan şu adam; savruk, anlamsız bir ritimle kaldırıma vururdu onları, sokakta yürürken tuhaf bir biçimde kamburunu çıkarır, betona vurur da vururdu. Belki de önemli bir iş yaptığını sanıyordu. Belki o yaptığını yapmasa kent paramparça olacaktır. Belki ay yörüngesinden çıkacak, dünyaya çarpıp parçalanacaktır. Kendi kendilerine konuşanlar da vardı, homurdananlar, çığlık atanlar, şovenler, inleyenler, birilerine anlatır gibi kendilerine öykü anlatanlar. Bugün gördüğü adam, bir çöp yığını gibi Grand Central Garı’nın önünde oturan adam, önünden geçen kalabalıklara, panik içinde yüksek sesle şöyle diyordu: “Üçüncü Deniz Birliği… Arıları yiyor… Arılar sürünerek ağzımdan dışarı çıkıyorlar.” Ya da görünmeyen arkadaşına bağıran kadın: “ Ya istemiyorsam! Ağzına s*çtığımın, ya istemiyorsam! “

    Alışveriş torbalı kadınlar, karton kutu taşıyan adamlar da vardı. Ellerindekileri oradan oraya sürüklüyor, sanki nerede oldukları çok önemliymiş gibi sürekli hareket halindelerdi. Amerikan bayrağına sarınmış bir adam vardı. Suratına karnaval maskesi takmış bir kadın vardı. Bu havada yırtık pırtık bir palto giymiş bir adam, ayakkabılarına paçavralar dolamış, elinde askıya taktığı – ve hala kuru temizlemecinin naylon torbası içinde duran – ütülü bembeyaz bir gömlek. Takım elbise giymiş bir başka adam, yalınayak, başında beysbol kasketi. Giysileri tepeden tırnağa başkanlık seçiminin rozetleriyle kaplanmış bir kadın. Ellerini yüzüne kapayarak yürüyen bir adam, isterik bir biçimde ağlıyordu, durmadan, “ Hayır, hayır, hayır. O öldü. O ölmedi. Hayır, hayır, hayır. O öldü. O ölmedi. “ diyordu. Bunun gibi nice insanlar, hepsi kendi dünyasında yaşıyordu. Hepsinin dünyayı algılayış biçimi, gerçeklik algısı farklıydı. Peki gerçeklik algısı bu kadar göreceli bir kavramken, gerçeklikten söz edilmesi ne kadar doğruydu? Gerçeklik, neydi ki?

    Önündeki kaseden birkaç kaşık aldı, ama kolunu hareket ettirebilmek için fazlasıyla güç harcadı Jean’a bütün bunları anlatırken gücünün tükendiğini hissetmişti. Külçe gibiydi. Aklına başka hiçbir şey gelmediğinden gözlerini kapadı. Dünyayı yok saymak onu rahatlatıyordu, kafasının içinde düşünce girdapları olduğunu düşünürdüyseniz hep, bunun sebebini anlayabilirdiniz. Sonra karanlığın içinden bir ses duymaya başladı, aynı cümleyi durmadan söyleyen aptal, tekdüze bir şarkı sesi: “ Yumurtaları kırmadan omlet yapamazsın. “ Sözcükler dursun diye gözlerini açtı, sağ tarafında kalan perdesiz pencereden dışarı baktı. Taş binalar pencerenin bütün manzarasını oluşturuyordu. Hemen karşıdaki taş binalar ve gökyüzü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Empty
MesajKonu: Geri: But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.   But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimeCuma Ağus. 12, 2011 4:09 am

    Baudelaire: Il me semble que je serais toujours bien la ou je ne suis pas. Başka bir deyişle: Öyle sanıyorum ki benim mutlu olacağım yer hep bulunmadığım yer olacaktır. Ya da daha açık söylemek gerekirse: Bulunmadığım yer, kendim olduğum yerdir. Ya da, iyice dobralaşırsak: Dünyanın dışında neresi olursa olsun. “

    Bütün edebi kişiliğini bir yana iterek, Baudelaire’i sadece bu sözü için bile sevebilirdi. Dünya ile bağlantılı olan her şeye duyduğu büyük tiksintisi konusunda yalnız olmadığını, Baudelaire’in bu cümlesini okuduğunda anlamıştı. Dünyaya olan tiksintisi kendisini de içine alıyordu elbet. Var olmamak, evren için hiçbir önem arz etmeyen minicik bir varlık olmaktan kat be kat daha iyiydi. İyi günlerim de kötü günlerim de oluyor diyebilmek isterdi hiçbir şeyin farkında olmayan insanların geri kalanı gibi. Lakin kendisinin iyi bir günü olduğunu hatırlamıyordu. Her günü kötü olsa bile çocukluk anılarının şekerli ve güzel olması beklenirdi belki, ama öyle değildi. Babası gidince annesiyle kalmış, ama annesiyle de iyi bir ilişkisi olmamıştı, daha doğrusu, annesiyle bir ilişkisi olmamıştı. Birbirlerini semptomlarından yakalayan Jean ve Vivienne, terk edilmenin boşluğundaki kayıp topraklarda birbirini bütünlemeye çalışan, zevklerini birbirlerine endekslemiş bir anne-oğlun travmatik ilişkisinin somutlaştırılmış haliydi.Ne kendisi çılgın ve asi bir ergendi, ne de annesi boğucu bir deliliğe mahkumdu. Aksine Jean, o yaşlardaki herkes gibi kendini keşfetmenin heyecanı ile sanata eğilen ve bu konuda oldukça yetenekli, ince ruhlu bir gençti. Annesi Vivienne ise işinde gücünde olan, beğenileri ve zevkleri tamamen standart bekar bir anneydi. Görünüşte her ikisi de gayet normal ve kendi yaşam akışlarının peşi sıra ilerliyorlardı, lakin ortada herhangi bir sorun yokken, en ufak bir gündelik meseleden çıkan kavgalar altta yatan arızaları saklıyordu. Vivienne'in oğlunun ihtiyaç ve arzularına yönelik körlüğü ve sağırlığı, Jean'ın kendini zaman zaman dayatan ve istenmediği halde rol biçen tavırlarına eşlik etmişti. Basitçe bir iletişim problemi olarak nitelendirilebilecek bu ilişkide kendine özgü bir iletişim vardı ve bu olayı daha da içinden çıkılmaz bir hale sokmuştu. İlk başlarda dışarıdan bakan bir insan Jean’ı gereksiz yere sorun çıkartan, sürekli bağırıp çağırarak, bunu yapmadığında da annesini çeşitli konularda - yeme alışkanlıklarından dolayı mesela - bolca aşağılayan çok itici, kaba ve sorunlu bir yeniyetme olarak görebilirdi. Ancak biraz onlarla yaşasa anlardı ki, Vivienne de pek öyle çekilir -ve hatta sağlıklı- bir anne değildi. Durup dururken oğluna " Hadi videocuya gidelim, istediğin filmi kirala. " teklifini yapan, arabada beklerken sıkılınca da kendini dükkana atıp herkesin içinde isterik biçimde " Bir film seçemedin, iki dakika bekler sonra giderim!" diye haykıran bir insandı - belli ki kendisi saman alevi şeklindeki öfkesini anneden miras almıştı. Ya da Jean kendisine büyükannesinden kalan parayla ayrı bir ev kiralayıp tek başına yaşamayı teklif ettiğinde " Hmm olur, iyi fikir. " diyerek kendisini heveslendirip ertesi gün buna onay verdiğini unutmuş görünen bir anne.

    Tüm o sürtüşme ve incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler üzerinden çıkan kavgalar, başka türlüsü mümkün olmayan ve bilinmeyen bir iletişimin yerine geçmişti ve anne ile oğlu arasındaki ilişkinin sıcaklığı buna dayanmıştı. Yalnızca bir anne ile çocuğunun bilebileceği bu noktaların hassasiyeti dengelemişti tüm ilişkiyi; sorun sinirlerini hoplatan o noktaya değerek birbirlerine sağladıkları tuhaf zevkte yatıyordu. Bu nedenle sevmediğini söylerken dahi, Jean’ın hayatındaki en önemli kişi annesi olmuş, kızgın olduğunda onun ölümünü düşlemesi bu ilkel zevki yalnızca kaşımaya yetmişti. Ondan duyduğu tiksinti, onu koyduğu yüce mertebeden kaynaklanmıştı. Hayatına yön veren duyguların zihinsel retinasında nasıl da ters durduğunu görebiliyordu şimdi, yirmi bir yaşına geldiğinde. Oysa neyin yolunda gitmediği; içten içe hissedilen o nostalji duygusunda, kendisini artık dışarıda bırakan bir kaybın ikame edilememesinde, iktidar krizinde ve delilikten korkan bir kadının histerisinde beliriyordu. . O annenin sahip olduğu tek şeyseniz hayatı sizin yerinize, sizinle yaşamayı seçmesi durumuydu olay. Daha çok yönetme ve müdehale etme isteğiyle doğru orantılı olan bir sevgiye sahip olan bir anne. Her şeyiyle ona ait olduğu birinden ve onu tümüyle sevmesine rağmen çoğu zaman kaçmak ve uzaklaşmak isteği hep devam etmişti; lakin durum onun hayatından tümüyle gitmesi de değil, onu değiştirememesi ve bu şekilde kabul etmesinin güçlüğü, bu annesi de olsa kimi zaman ona ait olmadığı ve birbirleri için yanlış anne ve evlat olduğu düşüncesiydi. Ama aynı zamanda bu düşüncenin onu çok sevmesine engel olmamasının yarattığı karmaşa onu boğmuş, nefessiz bırakmış, öldürmüştü. Annesine sesini duyuramamak gibi bir sıkıntısı vardı ve bu sebeple onu sürekli alzheimer olmakla suçlamıştı. Sonunda Jean’ın annesel bir egemenlik alanını terk etmek istemesi, evlerinin o sıcak, boğucu rehavetinden kaçma isteğinde daha da belirginleşmiş ve sonunda evden ayrılıp New York’a gelmişti.

    Bakışlarını karşısındaki kız gibi pencereye çevirdi. Karşıdaki taş binalarla müthiş bir uyun yakalayan gökyüzü griydi ve bulutlar varsa da, seçilmiyordu.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Empty
MesajKonu: Geri: But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.   But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimeCuma Ağus. 12, 2011 6:02 am

    ‘“ Baudelaire: Il me semble que je serais toujours bien la ou je ne suis pas. Başka bir deyişle: Öyle sanıyorum ki benim mutlu olacağım yer hep bulunmadığım yer olacaktır. Ya da daha açık söylemek gerekirse: Bulunmadığım yer, kendim olduğum yerdir. Ya da, iyice dobralaşırsak: Dünyanın dışında neresi olursa olsun. “

    Her ikisi de konuşmuyordu. Daha sonra böylece on beş-yirmi dakika geçtiğini hesaplayacaktı Froydis. Sonra, en ufak bir uyarıda bulunmadan başını genç adama çevirdi ve doğruca suratına bakmaya başladı, gözlerini adamın genç profiline dikmişti. Froydis, sanki Jean’ın kafatasını yakarak bir delik açabilirlermiş gibi bütün gücünü gözlerinde toplamıştı. Sanki bir delik açabilirmiş ve düşünceler oradan masaya, ögrenebileceği sözcükler halinde akabilirlermiş gibi. Ama bunun en doğru ve mükemmel durum olduğunu biliyordu. Fazla konuşmak ikisine göre de değildi, karşısındaki adamı tanıyordu. İkisi de kendi kafa taslarınnın içinde oluşan, yok olan, taklalar atan bin bir türlü düşüncelerin içinde yaşıyordu ve gerçek hayatla pek bir bağlantıları yoktu.

    Dünya parçalar halindeydi. İnsan yalnızca amaç duygusunu yitirmekle kalmamış, ondan söz edebileceği dili de yitirmişti. Kuşkusuz bunlar ruhsal şeylerdi, ama maddi dünyada karşılıkları vardı. Kendisinin müthiş hareketi, kendini fiziksel, yanı başındaki somut şeylerle sınırlamamak olmuştu. Çünkü insanların sözcükleri artık dünyaya uymuyordu. Nesneler birer bütünken sözcüklerin onları ifade edebileceğine emindi insanoğlu. Lakin bu şeyler yavaş yavaş birbirinden kopmuş, parçalanmış, karmaşa içine yuvarlanmıştı. Ancak sözcükler aynı kalmıştı. Onlar yeni gerçeğe uyum sağlayamadılar. Bu yüzden, ne zaman gördüğünüz şeylerden söz etmeye çalışsanız yanlış konuşursunuz, anlatmaya çalıştığınız şeyi çarpıtırdınız. Bir şeye ait olan bir sözcük düşünün – örneğin şemsiye. Şemsiye dendiğinde siz o nesneyi zihninizde görürdünüz. Bir tür sopadır gördüğünüz, üst kısmında katlanabilir metal çubuklar vardır, bunlar açıldığında sizi yağmurdan koruyacak su geçirmez bir malzeme için armatür oluştururlar. Bu son ayrıntı önemlidir. Şemsiye yalnızca bir nesne olmakla kalmaz. Bir işlevi olan bir nesnedir, başka bir deyişle insanın iradesini ifade eder. Durup düşünürseniz her nesnenin şemsiyeye benzediğini görürdünüz, çünkü hepsinin bir işlevi vardır. Kalem yazmaya yarar, ayakkabı giymeye, araba sürmeye. Soru şuydu: Bir nesne işlevini artık yerine getirmezse ne olurdu? Hala o nesne midir yoksa başka bir şey mi olmuştur? Şemsiyenin kumaşını yırtarsanız şemsiye şemsiye olmayı sürdürür müydü? Telini açar, başınızın üstüne tutar, yağmura çıkar ve sırılsıklam olurdunuz. Bu nesneye hala şemsiye demek mümkün müdür? Genellikle derdi insanlar. Olsa olsa şemsiye bozulmuş derlerdi. Kendisinin gözünde bu çok ciddi bir yanılgıydı. Şemsiye artık işlevini yerine getiremediğinden artık bir şemsiye değildi. Şemsiyeye benzeyebilir, bir zamanlar şemsiye olmuştur; ama artık başka bir şeye dönüşmüştür. Lakin sözcük aynı kalmıştır. Bu yüzden artık o şeyi ifade etmezdi. Tam ve doğru değildi; sahteydi; göstermesi gereken şeyi gizlemekteydi. İşte böyle bir durumda her şey birbirine karışmıştır, ama sözcükler değişebilirler. Sorun, bunun nasıl ortaya konacağındaydı. Bu şu an üzerinde yaşadıkları dünyada mümkün değildi, böyle bir şeyin olabileceğini sanmıyordu. O yüzden mümkün olduğunca düşüncelerine gömülüp, az konuşmaya, zaten hoşlanmadığı insanlarla olabildiğince az vakit geçirmeye çalışıyordu.

    New York’a gelme nedeni burasının en bahtsız, en alçak yer olmasıydı. Her yerde bir mahvolmuşluk vardı, düzensizlik evrensel boyuttaydı. Görmek için gözünüzü açıp bakmanız yeterdi. Mahvolmuş insanlar, mahvolmuş şeyler, mahvolmuş düşünceler. Bütün kent bir çöp yığınıydı.


    “Boşluk o kadar derin ki. Sanki; bedenleri okşayan bir rüzgar, ruh sızıntılarını emiyor ve bu emdiği sızıntılara... Şekil vererek insanların bir aksi gibi… Onların fark edemedikleri hayali bulut gibi… Üflüyor dışarı.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Empty
MesajKonu: Geri: But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.   But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimeCuma Ağus. 12, 2011 1:11 pm

    “Boşluk o kadar derin ki. Sanki; bedenleri okşayan bir rüzgar, ruh sızıntılarını emiyor ve bu emdiği sızıntılara... Şekil vererek insanların bir aksi gibi… Onların fark edemedikleri hayali bulut gibi… Üflüyor dışarı.”.

    ‘"Bana Çin ve Tibet'i vaad etmiştiniz, Bay Sosthène. Ayrıca büyüleyici güzelliğe sahip bitkilere ev sahibi olan Sunda Adalarını."

    Pencereden görünen taş apartmanların birinin üst katında bir kadın camları siliyordu. Akşam üstü olmuştu. Onu izledi. Onu pencerelere tırmanmış görmek kendisini özellikle büyüledi. Onun işiydi bu, ama kadının kendi bile zevk alıyordu sanki. Camı parlatırken gözlerini ovalıyor, gıcırdayan pencereleri açıp kapıyor, lekeli camların üzerinden süzülen suyu siliyor, siliyordu. Kirli bir yeri temizlemek – son derece basit, sonderece insanca bir olay. Karşı binadaki kadın, canları silerken bambaşka bir isnadı normalde olduğundan. Ne denli tertemiz, ne denli insanca. Zaman zaman temizleme eyleminin başlı başına bir zevk kaynağı olabileceğini düşünürdü. Fazlaca bir acelecilik vardı gerçi temizleme işinde; bazen bedenen ve yürekten insanı uğraştıran bir iş olabiliyordu. Ama bir noktada düşünülecek olursa bir denge ve bir düzen kavramı olarak önemi vardı gerçekten. Bazı kadınlar, çocukluklarında mutfaklarda öğrenmeye başlarlardı temizlik kavramını. Ve lavabolardan camlara, masalara, çocukların ellerine yüzlerine kadar gelişirdi bu kavram. Ve daha sonra bazı kadınlar için, tanrısal bir anlayış olabilirdi. Yine de, ne kadar temizlemeye çalışırsanız çalışın, temizlenemeyecek şeyler vardı. Ya da insanların temizlenmesine gerek görmediği şeyler. Kendileri mesela, benlikleri. İçleri. Bütün her şeyleri, taşıdıkları eşyaları, cep telefonlarından tutun ayakkabıları, çorapları tırnak araları, kulak ve hatta burun içlerine kadar temiz olan ve sabun kokan bütün o sokaklarda dolaşan insanların içi kokuşmuştu. Burun deliklerinden, kulak deliklerinden, göz bebeklerinden dışarı kirli ve iğrenç kokulu bir duman tütüyor, ve bu insanlar temiz olduklarını sanıyordu. Ruhları kokuşuyordu her birinin, ama kimsenin aklına gelmiyordu onları temizlemek. Hepsi fiziksel ölümden korkuyorlardı deli gibi, gözlerinden okuyabilirdiniz bunu. Bu dünyadaki aciz var oluşlarının sona ermesinden, artık istediklerini yapamamaktan, bir yer üzerindeki en kudretli varlık olamamaktan, bitmekten, gitmekten korkuyorlardı. Silinmekten, yok olmaktan bedenen. Peki ruhları? Hiçbir tanesi korkmaz mıydı yaşarken ruhunun ölmesinden? Sanmıyordu. Tanıyamıyordu ki kimse kendi ruhunu, kimse kendi sınırları içerisine giremiyordu ki, korksun. İnsan tanımadığı bir şeyin kaybından nasıl korkardı ki? Düşünüyordu, çürüyen organik varlığı yok olunca ne olacağını. Şu anda içine kapatıldığı bu kafesi ayakta tutan yumrunun kan pompalamayı bıraktığında ne olacağını. Nereye gidecekti, ruhu? O da mı yok olacaktı, yoksa onun için bir yer var mıydı? Sonsuza kadar boşlukta mı kalacaktı avare bir şekilde, yoksa reankarnasyon diye bir şey var mıydı?

    Böylesi pırıl pırıl bir akşam üstünde güvence içinde düşünebilirdi bütün bunları. Gece bütün bunlar insanın aklına gelince yüreği, tıpkı bir zehirli mantarın zehrini akıttığı gibi nasıl korkuyla ter dökerdi? Ama sabaha doğru kendini yargılamak için bir yöntemi daha vardı. Bu çok daha dayanılmaz oluyordu. Yarı bilinçli, bir ömrün tüm yanlışlıkları, yalanları, alçaklıkları ve korkularıyla kendi kendisine tanıklık ediyordu. Kendi kendisini yargılaması için ve kendisine gerçekte normal insanların sormaması gereken birtakım sorular sormak için baskı yapıyordu. Örneğin, ‘Ne için bütün bunlar?’ diye soruyordu. ‘ Ben niçin yeryüzüne geldim? Niçin varım? ‘. ‘ Şunun için mi ? Bunun için mi? ‘. Olmayan inancı, onu koruyamıyordu. Sürekli olarak, değişmez bir alışkanlıkla köşedeki dükkanın tentelerini düşünüyordu. Bütün bu düştüğü zihinsel karışıklıklara karşı inançları işte o tentenin rüzgara ve yağmura karşı dükkanı koruduğu kadar koruyabilirdi kendisini. Sorun, dükkanın tentesinin olmayışıydı. Sabahları kalkıp giyinir ve o gün ne yapacaksa onu yapardı. Gece olur ve kendisi tekrar uzun saatler uyumak zorunda kalırdı. ‘ O korkunç serüvenlerin başladığı ve sürüp gittiği uzun saatler’ der Baudelaire ve kabuslar arasında kafası, soğuk rüzgarda ipe asılı çamaşırlar gibi çırpınırken uyumak…

    Pencerenin dışında güneşin batışı nefisti; büyük azizlerin günahkar vücutlarında parıldayan kırmızı ve morun canlılığı, maviliğin en ağırı, en zengini. İskemlesinden kalkıp Froydis’in yanına gitti, kolunu kızın omzuna doladı, sarıldılar. Güneşin batışını seyrettiler.

    ‘" Yemeğe kalacak mısın? "

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jean-Luc Yourcenar
Yönetmen
 Yönetmen
Jean-Luc Yourcenar


Mesaj Sayısı : 22
Kayıt tarihi : 26/06/11

But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Empty
MesajKonu: Geri: But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.   But I'm starting to lose my place in the circles that I trace. Icon_minitimeCuma Ağus. 12, 2011 1:12 pm

- SON -
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
But I'm starting to lose my place in the circles that I trace.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: The New York City :: Brooklyn-
Buraya geçin: