Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
Let me at the truth. Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
Let me at the truth. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
Let me at the truth. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
Let me at the truth. Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
Let me at the truth. Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 Let me at the truth.

Aşağa gitmek 
3 posters
YazarMesaj
William Bennett
Barmen
 Barmen
William Bennett


Mesaj Sayısı : 16
Kayıt tarihi : 26/06/11

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimeCuma Ağus. 12, 2011 6:19 am


“Asanın popomu yok etmesini istemem.” Zaten olay bundan ibaret değil, saatler öncesi ya da aylar önce henüz şehre gelmediği dönemden bahsetmiyorum. Henüz okumayı dahi bilmiyordu Harry Potter denen herif hayatına girip geri kalan tüm hayatını mahvettiğinde, tabii ki evden çıkmıyor olması yüzünden okumuştu annesi ona bulduğu tüm kitapları ama Harry Potter istese okutmazdı kendisini; değil mi? Belki, ama neyse. Yıl 97…… Şaka ediyor olmalısın, henüz 6 yaşında, yani- Kısmen. Tabii ki öyle, çünkü doğum gününün yılın son ayında olduğunu düşünürsek ve kitap da Haziran’da yayınlanmışsa… Tamam, annesi birkaç ay geç aldı diyelim. Olsun, gene 6 yaşındayken dinlemiş oluyor. Zaten sırf o kitaplar yüzünden okumayı öğrenmek istedi, ezberlediği sayfaları hatırlamak istemiyor bile. “Anne, ileride oğlum olursa adını Merlin koyabilir miyim?” ve o çirkin dişlerine rağmen Hermione’ye aşık olmuştu, aralarında kaç yaş olursa olsun. Hermione olgun olabilir, canım, sanki William mükemmel değil… Sağ kalan çocuk kadar olmasa da 13 yaşına dek bekledi Hogwarts’a çağrılmayı- Ama hep o babası yüzünden, ya kayıt ettirmedi ya da- Gerçi bir “bulanık” olarak anılmaktansa muggle olmayı yeğlemesi gerekmez miydi? “TABİİ Kİ HAYIR.” Elindeki kesekâğıdında koca bir çörekle dönüp yanlarından geçen kişilerin konuşmalarından kulağına birkaç sözcük çalınan Mr. Dursley dahi bunu söylemez. Hayır, hiç mi hiç hoş değil.

Harry Potter ya da Ecel olarak gidemezsin, Luna’nın aslanlı Gryffindor şapkasını yerine bırak. Bu yeşil kostüm? Belki… TEANRIM İÇİNDE HIT GIRL OLAN FİLM, tamam, ZATEN KICK-ASS’İ OYNAYAN ÇOCUK DA İNGİLİZDİ. Güzel.
“Obliviate.”

Bardan ilk defa izin almıştı bir gece için ve doğal olarak tek kelime etmemişti patronu. Tek parça olan yeşil kıyafeti giydikten sonra arka sokağa çıkıp önce iki sigara içti ve ardından çağırdığı taksi geldi. Önce o çirkin bulaşık eldivenlerini geçirdi eline, hatasını anlaması botlarını ayağına geçirdikten sonra o dar kostümün içinde yere doğru eğilmesiyle başladı. Vücudundaki bilumum gerilmeler değil, bağcıklar için zorla taktığı eldivenleri tekrar çıkardı elinden. Kulaklarındaki uğultu olmasa arabanın hareket ettiğini anlamayacaktı, tabii sonra kafasını koltuğun ardına çarptı. Eldivenleri aldı yerden ve diğer eliyle önüne düşen saçları ardına itti, lanetlenmiş Pazar günleri gibi.

Kapının tokmağından çektiğinde parmaklarını anahtarlarını içeride unuttuğunu fark etmişti, akşam pencereden tırmanması gerektiği gibi bir de unuttuğu şemsiyeyi alamayacaktı içeriden. İlk başta zorladı kilidi, eski bir apartmanda oturuyordu ne de olsa. Brooklyn’in en eski binası olabilirdi hatta, köprü hariç. Dışarı çıktığında yağmura yakalandı ve ıslandı otobüs durağına doğru giderken, ağır adımlarla yürüdü koşmak yerine. Genç kalmıştı oysa, ancak attığı her dikkatsiz adımda keten ayakkabıların içi suyla dolacaktı. Üstündeki tişörtü değiştirse dahi, ayakkabılarına ihtiyacı vardı. Otobüsü kaçırdı, sırtındaki çantadaki ağırlık yetmiyormuş gibi dakikalarca bekledi orada. Yere koymayı düşündü ancak, hayır, olmaz- Islanmamalıydı kostümü. Atlatamayacaktı herhalde bu berbat günü. Sabahını internete girerek, kedisiyle oynayarak geçirmişti. Gerçi kendi kedisi değildi, balkonun açık olan camından içeri girmeyi cesaret eden tek canlı olacaktı ki, hırsız girmiş olduğu endişesi yerine kedi ile karşılaşmıştı eve geldiğinde. Herhalde şimdiye dek başına gelen en iyi şeydi, bir köpeğin aksine herkese yüz vermese de kediler sevmişti William’ı. Ad falan da vermemişti gerçi, yalnızca kedi. Bara gittiğinde olağan bir gün geçirdi, yalnızca saçma sapan heriflerin gelip aksanıyla dalga geçmesi ve birkaç sürtüşme.* Bir de çöp arabasının peşinde koşmak zorunda kalmıştı elindeki o büyük mavi poşetlerle ve çöp ıslandığında düşündüğünden daha kötü kokuyordu.

Aslında yalnızca tecrübe için. Kendisine yukarıdan baktığını varsayarsak mesela, yalnızca aşağıda kendi çalınmış bedenini görebilirdi. Ama bu gece yaşadığı hayat hiç var olmamış gibi davranacaktı. Gerçek William aslında öldü, yalnızca Kick-Ass. Başka hiçbir şey değil. Her şey için ‘belki’ler.

İçeri girmeden önce eline tutuşturdukları kadehi bir anda dikti tepesine, gözlerini yumdu ve adımlarına devam etti sonrasında. Yutkundu, bu defa barın öteki tarafındaydı. Küfretmek yok, maskeyi kucağına koydu bardağının gelmesini beklerken. Kimse tanımazdı kendisini zaten.

Tabuları yıkmakla ilgisi yok, zaten tabular yalnızca şu yalnız ve aç ruhlar için. Muhafazakar olmaktan bahsetmiyorum tabii ki. Duygularından, yalnızca duyguları. Gerçek kişi aramıyordu, hayatında tek kişiye aşık olacağını da düşünmüyordu. Ancak sanki yalnızca bunun için yaşıyormuş gibi düşünen insanlar sıkıyordu canını ve bir anda aklına gelmesi bu düşüncelerin ne kadar yalnız olduğunun kanıtıydı sanki. Sessizlik gerçeklikti, sessizlik sağlardı düşüncelerini. Düşüncelerindeki sessizlikten bahsetmiyorum, örneğin mükemmel bir fotoğraf. Zaten her fotoğraf mükemmeldi gözünde, ‘teknolojinin dorukları’ ya da belki sessizlik yüzündendir, ne dersin? Sanata verdiği değer herhalde bu yüzdendi, ihtişamlı olmayı seçmek dahi becerileri arasında yokken inanabilirdi bu güce. Yeteneği ya da gerçek bir kişiliği yokken, inancına sığınıyordu. Tanrıyla ilgisi yok, hayır. Tanrı sanki acıdan ibaretmiş gibi ve ibadet, ibadet ve ibadet. Yaşamının son dakikalarında belki akıllanırdı ama kendisine verdiği akıldan pek de memnun olmadığına göre- Eğer gelecek yıllar içinde banka hesabındaki para milyonlara katlanırsa- Hayır, 0 ile neyi çarparsa çarpsın 0 ederdi. Yani, banka hesabında milyonlar var olursa birkaç yıl içinde, evet, inanabilirdi. Dua edeceğime de söz verebilir, yani yalnızca yalnız kalıp korktuğunda değil. Gerçi eğer cennete gitmezse bu denizde -yüzmesine izin vermiyordu doktoru, denize girmemişti şimdiye kadar hiçbir zaman- dalıp çıkarttığı deniz kabuğunun içinden herhangi bir şey çıkmaması gibi olurdu. Yani o kadar da riskli bir şey değil, değil mi? Hayatını bunun için mahvetmeyecekti. O anki resim kulaklarını tırmalayan müziğe rağmen sessiz ve muhteşem olurdu gene de.

Gitmesi gerekmiyordu, ya da herhangi bir sorumluluğu vardı şimdi yapması gereken. Acil bir durum değildi, kesinlikle. ‘Şimdi ya da hiçbir zaman’ mantığıyla yaşamış olsa büyük ihtimalle şimdiye dek ölmüştü, acele etmek yasaktı zaten kendisine. Tek ettiği evine gelince de, alışmıştı artık buraya geçirdiği son ayda. Küçük koşuşturmacalar arasında kaybolup giderdi birkaç yılda. Gökkuşağına ihtiyacı yoktu ya da âşık olup kıza göğü armağan etmeyi planlamıyordu. Uçamazdı. Yarışamazdı kimseyle. Dans dahi edemezdi. Saat geçti kendisi için ve yorgundu genç bedeni her defasında olduğu gibi. Ölmekten korkuyordu bu kısa hayatında, yapabileceği onlarca şey olmasa da deniyordu en azından meşgul adam.



amaevetyodelicedinledim:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimeCuma Ağus. 12, 2011 8:08 am

    Her zamanki saatinde uyandı, belirlediği saatte de kostüm dükkanının önündeydi. Hava sonunda değişmişti. İki haftadır süren harika havanın yerine şimdi New York’a yağmur çiseliyordu, hareket halindeki ıslak lastiklerin sesi sokakları doldurmuştu. Bir saat kadar bankta oturdu, siyah bir şemsiyenin altına sığınmıştı, içeriye girip girmemek arasında yalpalıyordu kararı. Çöreğini yiyip kahvesini içti, yeni gösterime girmiş bir İtalyan filmi ile ilgili bir haber okudu, ama hala bir karara varamamıştı. Böyle bir partide ne işi olduğunu bilmiyordu, çoğunu tanımadığı – tanımaya çalışmadığı – insan topluluğuyla bir araya gelme düşüncesinin nereden geldiğini bilmiyordu lakin, Cadılar Bayramı partilerini severdi. Daha doğrusu, istediği kostümü giyip ortalıkta özgürce dolaşabilmeyi severdi. Kendine biraz zaman tanı, dedi kendi kendine, ve gazetenin geri kalanını gözden geçirdi. Kırk dakika geçti. Son sayfalara geldi, iki şirketin birleşmesiyle ilgili bir analizi okumak üzereydi ki yağmur şiddetini artırdı. İstemeye istemeye oturduğu banktan kalktı ve dükkanın karşısındaki kaldırımda bir kapı eşiğine sığındı. Gözlerini kapadı. Yıkımın ve yok oluşun tam ortasında anlamıştı kim olduğunu. Tüm dünya dümdüz olmuştu ve soğuktu. Dumanlar tütüyordu her yerde. Kimse kalkmıyordu yattığı çamur, kan ve pisliğin üzerinden. Kendisi, benliğinin çığlıklarını duyuyordu kalp atışı gibi kulaklarında. Yankılarını duyabilecek kadar yalnızdı yeryüzünde. Sessiz, dumanlıydı her şey gibi içindeki son ruh parçaları da. Tıpkı yeni doğmuşcasına derin bir nefes aldı. Hava yerine tüm o dumanları çektiğini düşündü. Belki kendi kendini çekerse, kendini yok edebilirdi. Yine de ciğerlerine oksijen kattı. Vahşetin külleri her iki gözünü de yakıyordu. İğne deliği kadar kalmıştı göz bebekleri. Büyümelerini hissetti. Yaşadığı anın tadını çıkaramıyordu çünkü yaşadığı bir an yoktu. Sadece Lucian. Belki yaşayabileceğini ona hissettiren tek insan. Belki çürüyen bir bedene sahip rezil insanoğlundan birini sevebilirdi o yaşına kadar sandığının aksine. Gözlerini açtığında artık tamamen biliyordu. Bütün o hatırladıkları, aklındaki imgeler, hepsi yaşanmış mıydı? Hepsi gerçek olabilir miydi? Gördüğü her şey ama her şey en basit içgüdü kadar netti. Dumanlar yükseliyordu beyninde her zaman, kaynağı yer olmayan. Beyni tütüyordu. Hiçbir omzun kaldıramayacağı kadar ağırdı kendi ruhu. Dizlerinin bağı çözüldü aniden. Orada, ıslanan ayakkabılarıyla tam bir buçuk saattir beklediğini fark etti. Şemsiyesinin altında dikiliyor, yağmurun küçük, ince damlalar halinde şemsiyenin üzerinde kaymasını izliyordu. Saat on bir olduğunda sonunda düşünce bulutu aralandı, karşı kaldırıma geçti, aşağıya doğru kırk adım kadar yürüdü ve kostüm dükkanına girdi. Dükkanın içi haşerat ilacı ve izmarit kokuyordu. Bayat düşüncelerle doluydu. Gömleğinin kollarını kıvırmış iriyarı bir siyah adam bir bankonun gerisinde oturuyordu. Dirseğinin birini tezgaha dayamış, başını avuç içine yaslamıştı. Öteki eliyle bir gazetenin sayfalarını çeviriyor, ama yazılanları okumak için zaman harcamıyordu. Sanki ömrünü o dükkanda geçirmişçesine bıkkın görünüyordu. Ona doğru ilerledi.

    xxx

    Tanımadığı, bilmediği sokakları seçerek yürüdü. Bildiği sokaklardan hiçbir farklı yanı yoktu birinin, bu şehirde her yer aynıydı. İki adam bir koltuğu taşımaya çalışıyorlardı. Muhtemelen çöp tenekelerinin olduğu dar bir sokaktan bir kedi fırladı. Böyle kedilerden nefret ederdi. Yağmurluklu, kırmızı çizmeli bir adam, bir ateşin içine boş kutuları atmakla meşguldü. Taş bir binanın üst pencerelerinden birinde küçük, sarışın bir erkek çocuğu, başında kağıt bir taçla ‘kralcılık’ oynuyordu. Omuzlarına bir battaniye almış ince parmakları arasında, asa yerine ufak, yeşil bir spoa tutuyordu. Kendisini görür görmez asasını direkt bir tüfek biçiminde koltuğunun altına sıkıştırdı ve kendisine doğrulttu, “ Bang! “ diye bağırarak ateş etti. Uzun montunun kolunu sıyırarak hayali kurşun sıyrığını ona gösterişine güldü. Partinin yapıldığı yere geldiğinde, girişte vestiyere bıraktı montunu. Mavi kostümüyle kostümlü insanların arasından sıyrılarak bara yöneldi. Yanından geçen bir garsonun tepsisinden aldığı bardağı garson gitmeden tepsiye bırakabilecek kadar seri bir şekilde kafasına dikti, ardından bara yöneldi. Göründüğü gibi değildi. Görünüş sadece insanların giydiği bir elbiseydi. İnsanların sorgularından kendisini, kendisinin kayıtsızlığından ve kafatasını dolduran sisten koruyan, özenle örülmüş bir elbise. İnsanın içindeki ‘kendilik’,sessizlik içinde otururdu. Sonsuzluğa dek kalacaktı orada, erişilmez bir biçimde. Bu yüzden, aslında hiçbir zaman kimse kimseyi anlayamayacaktı. İnsanlar onun sis bulutunu anlayamayacaktı, Lucian bile. Zaten anlamalarını da istemezdi. O sis bulutuyla baş başa kalmalıydı. Bar taburelerinden birine oturdu. Yanında kucağında maskesiyle oturan bir adam vardı. Barmenden bir tane jaegermeister istedi. Minik bardağı kafasına dikmeden önce hafifçe kokladı, duyumsadığı şey üzerine hafifçe gülümsedi.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
William Bennett
Barmen
 Barmen
William Bennett


Mesaj Sayısı : 16
Kayıt tarihi : 26/06/11

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimeC.tesi Ağus. 13, 2011 4:11 am

Birisinin şimdiye dek yazdığı birkaç paragrafı silmesi beklentilerinin oldukça iyi olduğu anlamına gelmese dahi, Williams'a her defasında mükemmeli arıyordu bu histerik haliyle. Küçük bir çocuk gibi yatağına her uzandığında düşünmeye başlıyor gününü ve başka anılarını canlandıran şeyler yüzünden gözyaşlarına boğuluyordu. Islanan yastık ve yalnızlık üzerine yastıktan ayrılıyor bütünleşmiş gibi gözüken yanağı ve sonrasında kitaplarına sığınıyor. Kül tablası ile de artık daha sık görüşüyorlar, bu iyi. Yani, sigaranın onu erken öldüreceği düşüncesine inanıyor olabilirsiniz. Gereksiz varoluşunda ne kadar yaşadığının önemi yok gözünde, biraz olsun güzel yaşasın. Sigaranın sağladığı mükemmeliyet ya da başka bir şey değil, yalnızca tek dostuymuş gibi geliyor kendisine. Tabii Hermione ve Luna geliyor ardından bu seçeneklere sahip olabileceğini bilse bir daha sigara içilen bir yerde bulunmaz bile. Markete dahi gitmez! Hayır, gider süt almak için ama yeter ki Hermione ve Luna gelsin. Süt ve çay. Çay ve nane. İşaret ve baş parmağı arasında ezdiği nane yaprağıyla başlayan konuların konuları açması konulu düşünceleri tersten dinlediğinize göre- Bardağı bir kez daha parmakları arasına alıyor ve bir sonraki yudumu hatırladığından daha iyi geliyor kendisine. Bardağı geri bıraktığında buzların sesi sanki ağzındaki tatla doyumsuz olduğunu hissetmesine neden oluyor. Neden buraya geldiğine ilk başta kendisi de anlam veremese de, birkaç amaç ortaya çıkabilirmiş gibi. Etrafta gezinen Mona olmayan çalışan ve türevlerinden bahsetmiyorum, yalnızca belki kafasını dağıtmakiçin. Yarın sabah kusmuklar arasında uyanmasa iyi. Gerçi burada insanlar o kadar pis değil, örneğin buradaki hiç kimse lisedeki arkadaşı -çirkin ve çamurlu- Frankie gibi -çamurlu ve çirkin- kayıkçı çizmeleriyle evine dalmaz. Ayağındaki botlar ve alkolün kokusuna katlanmıyor, tadını da alıyor olması belki bir lüks sayılabilir. Hep 'belki' ve 'gerçi' demek tabii ki insanı yoruyor. Kendisine yeni bir iş bulmayı düşünmeye başlamalı gerçi, belki. Çocuksu tavırlarından kendisi de sıkıldı, her defasında sanki elinden oyuncağını almışlar gibi davranıyor var da ve o boş yere çıkan tartışmalar artık yoruyor kendisini. Ancak yapmayı bildiği tek şey bu: barmen ve William. Ayrıca hasta olarak da tanınıyordu ancak önce hastaneden çıkıp sonrasında evi terk ettiği için, hayır, sayılmaz. Macerasına nasıl başladığını hatırlıyordu ama, Privet Drive’a gelen o çağrı mektubundan almasa da.

Ayağındaki botlar şimdikilerden daha kirli, daha büyük ve kir yüzünden olmasa dahi daha siyahtı. Havaalanından ayrıldığında İngiltere’den sonra soğuk olmadığını düşündüğü ve beklediği kadar sıcak olmayan havayla karşılaşmıştı. Sırtındaki büyük çantasıyla en yakındaki banka yığılıp şapkasını çıkartıp takmış ve ardından çantasının ağırlığına tekrar maruz kalarak kapüşonunu kafasına geçirip yürümeye devam etmişti. Önce çocukluk arkadaşı buldu ve sonra birlikte şimdi oturduğu daireyi buldular. Önce evde ayak parmaklarının soğuktan donacağını düşünse de zamanının çoğunu barda geçirmeye başlayınca yadırgamadı hiçbir şeyi. Alkolün kendisini rahatlatan kokusu ve sıcak sayesinde geçirdi mevsimi ve sonra ilkbahar. Sevdiği tek mevsim olsa dahi Central –suni- Park hariç herhangi bir yerde açan çiçekler görmedi. Güneş yalnızca binaları aydınlattı, büyük ve daha büyük binalar. Rockfeller’ın önüne geldiğinde, gerçi bu ailenin soyadıydı ama binanın tam adını hatırlamıyordu, geri dönüp evine kaçmıştı. Manhattan iyi değil. Jennifer Lopez Mad in Manhattan derken haklıymış. Artık eve dönebilir miyiz?

Hayır. Vazgeçmedi neyse ki, annesinin fikirlerinin aksine ve aynı Harry Potter’dan bıkacağını düşünmesi gibi. Sonra SoHo’ya gidip biraz ağlamaya devam etti. Friends’in çekildiği şu Central Perk’in beklediği gibi olmaması yüzünden değil. Beklentileri yoktu. Tabii ki Phoebe Buffay ile karşılaşamadığı için üzülmüştü ama yarınının kalitesi önemli değildi kendisi için, yalnızca yarını olsun. Son. Yani, SoHo’da yaşamak için her şeyini verebilirdi. Verecekti zaten, ancak parasını denkleştirebileceği birkaç dairenin pek de iyi bir durumda olmaması üzerine erteledi bu fikri. Eğer kedisi o evdeki farelerden korkmayacak olsa, kesinlikle köpeklerden daha korkutucu ve daha büyüklerdi, kesinlikle taşınırdı. Kendisi korktuğundan değil, kedisi korkar diye. Crookshanks’i yeğlerdi.

Barda çalışmaya başlamasının nedeni dahi anlamsız geliyordu şimdi gözüne, yalnızca bir garsondu ilk başta. Sonra barmen. Londra’dayken kazandığı para şimdikinin yarısı dahi etmiyordu, ancak kiraya verdiğini ve harcamalarını sayarsa gene aynı miktarda bir şeyler kalıyordu elinde. Şimdiye dek her kuruşunu farkında olmadan harcamıştı, yaşamaya devam etmesini sağladığı için de aldırış etmiyordu. Yanındaki tabure boş değildi artık ve barmeni izlemeye devam edemeyeceğini düşündü bir an olsun. Başını yanına çevirdi ve süzdü yanındaki bedeni, kostümünden alamadı gözlerini ve tekrar döndü önüne. Benziyordu, kesinlikle benziyordu. Hayır, hayal görüyordu belki de. Rüyalarından ayrılmayan suret ile böyle bir yerde karşılaşamazdı değil mi? Bu kostümün içinde, Kick-Ass? Kendisine olan güveninden olsa gerek dikti tepesine bardağı ve ağzındaki tat canını yaktı yutkunduğunda, avucunu şakaklarına bastırdı ve başını öne eğdi. Kolunu yerleştirip alnını yasladı üzerine, “Barmenlerin müşterilerini uyarması gerekmez mi?” Bedeni bu haldeyken utanıyordu vücudundaki belirgin kemiklerinden, doğruldu tekrar ve bakışları karşısındaki adamı buldu tekrar. Kesinlikle kendisinden daha iyi görünüyordu, bu düşünceyle birlikte doğan bir refleks değildi ama saçlarına daldırdı elini ve ardına itti. Henüz sabah tıraş olmuş olsa da saçlarını ilk defa bu kadar uzatmıştı ve artık bukleler vardı aynı çocukluğundaki gibi. Eğer ölseydi bu gece, pasaportunun yanında olmadığını varsayarsak, morgda Jane Doe’dan daha iyi görüneceğini iddia edebilirdi. Parmaklarının ardıyla bardağı ittirdi bir sonraki bardak için, alışık olduğu tek doku buydu herhalde. Düşüncelerinin yoğunluğundan kurtulmak istiyordu, eğer yanındaki kişinin suretine baktığında bir kere daha aynı şeyleri düşünürse saçma sapan kelimelerini kullanıp anlatabilirdi ona herhalde Potter’dan sonra olan en büyük fantezisini. Pürüzsüz sureti silinmedi aklından, cesaret edemiyordu tekrar o yüzle karşılaşmaya.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimeC.tesi Ağus. 13, 2011 5:23 am

    ‘ Biraz konuşalım mı, ne dersin? ‘ ‘ Memnuniyetle. ‘ ‘ Birbirimizi rahatlatacağız, göreceksin. ‘ ‘ Burada pek rahat edemezsin ama. ‘ ‘ Hiç de değil. Ufak tefek güçlükleri alt edebilirim. ‘ ‘Gerekli olan her şeyi bulabilirsin. ‘ ‘ Benim için endişe etme, gerçekte rahatsız olan sensin. ‘ ‘ Gerçekte böyle bir fırsat elde edemediğime çok üzgün, ve şu an bunu elde ettiğime çok memnun olmama rağmen seni anlayamıyorum. ‘ ‘ İsmen mi? ‘ ‘ Bu pek fark etmez. ‘ ‘ Tabii etmez. Birkaç tane adım var benim. ‘ ‘ Örneğin? ‘ ‘ Oh – “Ama öte yandan” ya da “ Tu as Raison Aussi” gibi. Her zaman kim olduğumu bilirim, önemli olan da budur. ‘ ‘ Doğrusu gıpta edilecek bir şey.’ ‘ Ben de sık sık böyle düşünürüm. ‘ ‘ Bir içki al. ‘ ‘ Yok teşekkür ederim. ‘ ‘ Al hadi. ‘ ‘ Şu sıralar öylesine pahalı ki içki. ‘ ‘ Oh, pekala öyleyse. ‘ ‘ Senden hoşlandım. Davranışlarını beğeniyorum. ‘ ‘ İkimize birer bardak ısmarlayayım o zaman. ‘ ‘ Oldu. ‘ ‘ Demek benden hoşlanıyorsun, Froydis? ‘ ‘ Oh, evet. ‘ ‘ Doğrusu gururlandırıyor bu beni. ‘ ‘ Yok gerçekten hoşlanıyorum ve sana değer veriyorum. ‘ İnsanları çabucak sever, çabucak nefret eder misin onlardan? ‘ ‘ Makul olmaya çalışırım. Ama nefret ve iğrenti halime engel olamıyorum. ‘ ‘ Biliyorum bunu. ‘ ‘ Yanlış mı bu? ‘ ‘ Anlamak mı? ’ ‘ Benden güvenmemi mi istiyorsun? ‘ ‘ Ben bir şey istemem, sadece öneririm… ‘ ‘ Duygu? ‘ ‘ Yeterince duygu değilsin Froydis. ’ ‘ İçgüdü? ‘ ‘ İçgüdülerin var. ‘ ‘ Tartışmanın ne olduğunu biliyorum. Neyin peşinde olduğunu çok iyi biliyorum. ‘ ‘ Nedir? ’ ‘ İnsanoğlunun gücü çözümlenemez şeylere karşı koyamayacak kadar azdır. Yaradılışımız, kafamız zayıftır ve ancak yüreğimize güvenebiliriz. ‘ ‘ Ne kadar acele ediyorsun, böyle bir şey söylemedim. ‘ ‘ Ama böyle bir şey demek istemiş olmalısın. Mantık kendi kendini fethetmelidir. Yoksa ne diye mantık verilmiştir bize? Mantıksızlığın lanetini görebilmek için mi? Çok zayıf bir tartışma oluyor bu. ‘ ‘ Bana karşı bir tez ortaya atmaya çalışıyorsun. Vardığın sonuçlar için seni kutlamak gerekir ama konunun dışında bütün bunlar. Oldukça güç dönemler geçirdin. ‘ ‘ Hala da bu güç dönem içindeyim. ‘ ‘ Öyle sayılır. ‘ ‘ Bu güç dönem daha da sürecek. ‘ ‘ Tabii. Buna hazırlıklı olmalısın. ‘ ‘ Hazırlıklıyım, hazırlıklıyım. Bunu kendime ben yaptım. ‘ ‘ Çok az şey beklemen akla uygun. ‘ ‘ Ama kabul etmelisin ki, aynı zamanda da acı. ‘ ‘ Sadece ne kadar isteyeceğini bilebilmek sorunudur bu. ‘ ‘ Ne kadar? ‘ ‘ Mutluluktan söz ediyorum. ‘ ‘ Ben insanca yaşamamak, insanlığı aşmak için isteme sınırından bahsediyorum. Kendini bulabilmek. Diğerlerinden daha kötü durumda değilim. ‘ ‘ Diğerleri dediğin kimler? ‘ ‘ İnsanca yaşayıp, varlıklarıyla dünyayı kirleten diğer türdeşler. ‘ ‘ Ah, geçmiş, gelecek ve şimdi de diyorsun? ‘ ‘ Dinle beni, Tu as Raison Aussi. İçinde bulunduğumuz zamanı fazlasıyla kötüye kullanıyoruz, değil mi? ‘ ‘ Bundan pek hoşlanmıyorsun. ‘ ‘ Hoşlanmak mı? Ne berbat bir sözcük! ‘ ‘ Yabancılaşmak diyelim o zaman. ‘ ‘ Bu da kötü bir sözcük. ‘ ‘ Ama çok kullanılan bir sözcük. ‘ ‘ Yabancılaşma üzerinde çok konuşmalar yapılıyor. Budalaların yakarışıdır bu. ‘ ‘ Öyle mi dersin? ‘ ‘ İnsanlardan kopup, hiçbir güçle atamazsın bunu içinden demek istiyorsun, öyle mi? ‘ ‘ Nasıl atabilirsin? Okullarda bu öğretiliyor insanlara. Filmlerini gösteriyorlar, radyolarda dinletiyorlar, dergilerde okutuyorlar. Yabancılaşmamış olduğunu dünyaya ilan etsen ne olacak? Hollywood düşlerini reddettiğini, duygusal dizi filmlerden nefret ettiğini söyleyeceksin, bu yadsıma kendini ortaya koyacaktır. ‘ ‘ Bütün bunları unutmak istediğinde karar kılabilirsin öyleyse? ‘ ‘ Dünya peşini bırakmaz. Sana bir silah ya da alet sunar, şu veya bundan ayırır, felaketlerin ya da zaferlerin çanlar çalar, ileri geri sallar seni. Haklarını elinden alır, geleceğini yok eder, beceriksizce ya da ustaca, üzerine baskı yaparak. Acımasızdır, öldürücüdür, karanlıktır, o*ospucadır, kalleştir; ya çok katıksız ya da oldukça gülünçtür. Ne yaparsan yap, bütün bunları yok farz edemezsin. ‘ ‘ Repliklerimizi karıştırmadık mı? ‘ O halde ne olacak? ‘ ‘ Başarısızlık içimizde olabilir, içimde daha doğrusu. Bir görüş zayıflığı belki. ‘ ‘ Kendinden çok fazla şey beklemiyor musun? ‘ ‘ Son derece ciddiyim. ‘ ‘ Ruhunu bulabilecek kadar üstün olduğun kanaatine nereden vardın? ‘ ‘ Bardağımı nereye bırakayım? ‘ ‘ Oh özür dilerim. Elinde mi tutuyordun? Şu masaya bırak. Evet dediğim gibi vazgeçmek ya da yadsımak çok kolay. Belki dar görüşlülük, belki çok korkakça. ‘ ‘ Eğer görebilseydin, neyi göreceğini sanıyordun? ‘ ‘ Bundan pek emin değilim. Belki de insanların kıt zekalı çocuklar ya da melekler olduğunu görürdüm. ‘ ‘ Şimdi sadece kendini eğlendiriyorsun. ‘ ‘ Pekala. Bir zamanlar büyüklüğümüzü borçlu olduğumuz güçlerimizin nereye gittiğini görürdüm. ‘ ‘ Çok acı olurdu bu. ‘ ‘ Olmazdı demiyorum zaten.’ ‘ Otun var mı? ‘ Hayır. ‘ ‘ Ya da kağıdın? Sigara kağıdım olsaydı şuradan bir tane sigara sarabilirdim. ‘ ‘ Maalesef. Eli boş geldiğim için üzgünüm. Eğer yabancılaşmamışsan ne diye bunca insanla didişiyorsun? İnsanlardan nefret ettiğini biliyorum. Acaba senin kendi dünyalarına ait olmadığını anlamada zorlandıkları için mi? ‘ ‘ Aynen öyle, ama duygularımızdan doktrinler çıkartmalıyız. ‘ ‘ Bu toplumsal bir inanç mı, yoksa bireysel mi? ‘ ‘ Seni anlayamıyorum. ‘ ‘ Peki ya politika? ‘ ‘Benimle politika üzerinde tartışmak mı istiyorsun? Benimle? Şimdi? ‘ ‘ Yabancılaşmaya katılmadığına göre, belki varlığını değiştirme düşüncesi ilginç gelebilir sana. ‘ ‘ Ha, ha! Senin fikrin var mı? ‘ ‘ Gerçekte benim yerim değil bu, biliyorsun… ‘ ‘ Biliyorum, ama başlatan sendin. ‘ ‘ Benim durumumu anlamıyorsun. ‘ ‘ Ah, anlıyorum. ‘ ‘ O halde varlığını değiştirme konusunda… ‘ ‘ Nedir o? ‘ ‘ Şeffaflaşmak. ‘ Senin şu manyakça düşüncelerin. ‘ Teessüf ederim. ‘ ‘ Sence de replikler karışmadı mı? ‘ ‘ Farklı insanlar olduğumuzu nasıl düşünebildin? ‘ Beynindeki buharın arasındaki çarklı makinenin olduğu yerden zorla olsa da kendisin koparabilmeyi başardı. Barmenden bir içki daha istedi. Gözlerini etrafta dolaştırdı. Yanındaki yeşil kostümlü adamın ittirdiği bardağı girince görüş alanının içine, adamı yeniden fark etti. Kulağında cazırdayan iğrenç parti müzikleri, beynine tecavüz ediyordu. Lanet parti insanları, bari güzel müzik dinleselerdi. Bu sefer daha büyük ve geniş bardaklı altın rengi içkiyi kafasına dikmeden önce kendi kendine mırıldandı.

    “ İnanılmaz derecede eğlenceli. “

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
William Bennett
Barmen
 Barmen
William Bennett


Mesaj Sayısı : 16
Kayıt tarihi : 26/06/11

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimeC.tesi Ağus. 13, 2011 9:40 am

Göğsüne bastırdığı yığından gözüne çarpan tişörtün desenlerine anlam veremiyordu örneğin, kelebeklerle kaplı kumaş ona neden çekici gelmişti? "Sadece günün daha iyi geçsin diye iyi giyinirsin." ve alışverişte yanında gezdirdiğin kişiyi deli etmek için, değil mi? Kargalar ve kurukafalardan hoşlandığı dönemde olduğu gibi giydiği her şey siyah olsa çok daha kolay olurdu. En azından iplerinin parmaklarını kestiği torbalar yalnızca bir ya da iki tane olurdu. Ayaklarına büyük parlak ayakkabılarını giyerdi ve aldığı çizme ve iki topuklu ayakkabının kutularını ona taşıtmazdı. Sokakta gezinirken onun ardından geniş ve hızlı adımlarla yürümek zorunda kalıyordu, deniyordu en azından. Çünkü o dar kaldırımların yarısını kaplıyordu ellerindekiler, taşımak zor gelmese dahi kalabalığın arasında başkalarına çarptığında daha da yoruluyordu taşıdığı ağırlık yüzünden. "Ben gittiğimde odamı dolabın olarak kullanabilirsin." Canının sıkıldığını biliyordu bu düşünce yüzünden, ancak inatçı ifadesi sayesinde saklıyordu duygularını. Onun aksine özlemini dile getirse alay edeceğini bildiği için de tek kelime etmemişti kendi görüşleri hakkında, "Tabii yatağıma uzanıp gözyaşlarına boğulmazsan." diye mırıldandı ayağıyla açtığı kapıyı yakaladığında. Klimanın üflediği serin havayla karşılaştı son bir kez ve önce torbaları sonra da kendisini attı sıcak havaya. "Günlerdir yağmur yağmıyor," Etrafına bakındı, sokağın üzerindeki tüm trafiğin aksine diğer yanındaki uçsuz ormana. "Sanırım özleyeceğim tek şey bu olacak." Ardından kardeşini omuz silkmesini ve gözüne kestirdiği başka bir mağazaya girmesini izledi, takip etti adımlarını. Birlikte geçirdikleri son gündü, en azından birbirlerine küfürler savurmadan tamamlamışlardı o 24 saati ve gece yarısından sonra eve döndüklerinde tekrar eski hallerine dönmüştü her ikisi de. William için kendisine en yakın olan kişi oydu.

Açık renkteki teni ve kendisinin aksine sahip olduğu sarı saçları yüzünden benzemiyorlardı abisine. Siyah, şimdiye dek rengi hiç açılmayan kapkara gözleri vardı. Annelerinin renkli gözleri kendisine geçmediği için söylendiğini hatırlayabiliyordu çocukken, ancak artık o da biliyordu güzelliğinin. William'dan daha zekiydi, daha şanslı. Yeşil gözlere sahip olması daha iyi bir hayat sağlamazdı ona, artık umursamıyordu zaten. Önemli olan tek şey vardı o an için, William'ın iki hafta içinde evin arka bahçesinde kavga edeceği sevgilisi. Gerçi çocuğun kötü bir yanını görmemişti, ama eve gizlice girmesi yetmişti sinirlenmesine ve hayatındaki en güvenli yerde bir kavga çıkarmak oldukça makul gözükmüştü gözüne. Şimdiye dek ettiği ikinci kavgaydı kız kardeşiyle yaptıklarını saymazsa. İlkinde zaten hastanedeydi ve kavga dizleri üzerine yığılıp titremeye başlamasıyla son bulmuştu. İlk defa hiçbir endişesi olmadan savurdu yumruklarını ve kardeşinin kendinden nefret etmesini sağlayarak geldi buraya. Geri dönmesi için bir neden kalmamıştı artık. Yüzündeki yaranın kanamasının durmamasına rağmen evden ayrıldı güneş doğmadan önce, sabah trene binip Londra'ya gidecekti ve ardından New York. Ama önce şehirde ailesi haricinde kendisine ait olduğunu düşündüğü şeyi görmeye gitti.

Her zaman olduğu gibi kapüşonunu geçirdi kafasına ve ellerini ceplerine yerleştirip yürümeye devam etti yağmurlu gecede. Bankta sızmış evsizi dahi tanıdığı bir şehirde kalamayacağıyla yüzleşti bir kez daha ve Park Row'a girdi. Tek giriş yeri olsa dahi otoyolun yanına geldiğinde tırmandı tellerden ve galeriye girmek için de aynı yolu kullandı. Kulübedeki bekçinin uyuduğunu biliyordu ancak kapıdaki parmaklıkların arasına sığacağını sanmıyordu artık, orayı kullanmayalı aylar olmuştu ve son birkaç ayda gövdesinin kalınlığının neredeyse ikiye katlandığını söyleyebilirdi. Hastalıklı çocuk terk etmişti bedenini, bir anda mangal kadar bir yürek ve Gryffindor ruhu ile gelen cesarete sahip olmuştu. En azından Neville Longbottom kadar. Kapıya geldiğinde cebindeki teli çıkarttı ve asma kilidi birkaç saniye içinde kolayca açtı. Heykelleri bahçeye kaldırmalarından sonra işi daha da kolaylaşmıştı, çünkü içeriye girmek için dakikalarını harcıyor ve eğer fark edilirse dışarıya çıkmak için çatıya çıkması gerekiyordu. Burada ise tellerin altından geçiyor ve ormanda koşmaya başlıyordu, koşmak için yeterince şişman olan bekçi de yakalayamıyordu onu. Tabii ertesi gün bara geldiğinde karşılaşıyorlardı ancak yüzünü hiçbir zaman görmemişti William'ın, en azından gecelerdeki yüzünü. Tekrar girdi cennetine.

Henüz çocukken gelmişti buraya, hatırladığı ilk dışarı çıkışıydı ve büyülendiğini hatırlayabiliyordu. Müzeye onlarca kez gelmiş olsa dahi diğer taraflarını yalnızca bir kez geçmişti, önemli olan buradakilerdi kendisi için. Sanattan ya da heykellerden anlamazdı, terimler çalındığında kulağında anlam veremezdi hiçbir şeye. Boş zamanlarında ne kadar okusa dahi kitaplardan öğrenmek isteyeceği bir şey değildi bu güzellik, yalnızca bir izleyici. Başka hiçbir şey değil, akıl ettiği günden beri her defasında evden kaçıp buraya gelmeye başlamıştı. Çoğu zaman sabahları olağan yoldan içeri girse dahi gecelerinde de yaptı ziyaretlerini, sonra her şeyi bahçeye aldılar ve yağmurla buluştu bu güzellikler. Buraya hep yalnız gelmişti, paylaşamayacak kadar bencil olduğu tek şey bu histi herhalde. Zaten müzenin dahi ilgisini çekmemişse, yalnızca kendisine kalacak gibiydi. Her sureti ailesindeki bir bireyinkiymiş gibi tanıyordu, hatta isimler bile takmıştı bir dönem. Bazen büyük göğüsleri olan kadının kucağına oturur ve güneş doğana kadar kalırdı orada ve şu kaslı adam. Şimdiye dek tavsiyelerini dinlediği tek kişi olmuştu, hayali arkadaşları olarak devam etmeseler dahi güzelliklerine büyülemiyordu hala. Aralarından birisinin sureti ise sanki ete kemiğe bürünmüş ve taş halinden daha etkileyici bir kostüm ile belirmişti yanında. Şimdiye dek yalnızca bir bardak içmişti, sarhoş değildi ve hayal görmüyordu. Son bir kez daha baktı yüzüne, evet, kesinlikle. Bahsetse bir sapık gibi görünebileceği geçti aklından, ancak şimdiye dek edindiği tek iyi takıntı buydu herhalde ve anılarını altüst etmeyeceğine göre- "Pardon." Sanki başka bir kelime seçemezmiş gibi. Dikkatini çektiğini umdu gene de ve yüzünü ekşitti bir sonraki kelimeleri aklında biraz olsun şekillenirken. "Sizi ilk defa görüyorum ve önceden tanıdığım birisine öyle benziyorsunuz ki." Bakışları çalan müziğe uyumsuz bir halde ritim tutan parmaklarına kaydı, şimdi kafasına geçirmiş olması gerek maskenin üzerindeydiler. "Birisi diyemem, yalnızca bir şey. Bir heykel." Gözlerinde canlandı esen rüzgârla birlikte başlayan haykırışları, yağan yağmurla gözlerinden süzülen gözyaşları.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimeC.tesi Ağus. 13, 2011 10:52 am

    “ ‘ Ressam Velázquez, elli yaşından sonra somut nesne tasvirlerini bırakmıştı. Nesnelerin etrafına; rakseden gölgelerin gizli parıltılarını veya havayı sis gibi flulaştırarak ekliyor onları soyutlaştırıyor ve hepsini görünmez senfonisinin tam kalbine aktarmaya çalışıyordu. Sonraki dönemlerde ise, yalnızca şekillerin ve renklerin bir sır gibi gizlice birbirlerine karışmasını resmetmişti. Bu karışma öyle şiddetli idi ki önüne ne çıkarsa çıksın değil durdurmak, onu en ufak bir yavaşlamaya bile uğratmıyordu. Kendisi kasvetli bir devirde yaşıyordu: Yozlaşmış bir kral, hastalıklı prensler, akıl hastaları, cüceler, sakatlar bir de; görevleri, kendilerine gülmek ve kanunun kendilerine işlemediği yalan, gösteriş ve sadece kapalı kapılar ardında başkalarına itiraf edilen entrika ağlarıyla örülmüş hayatlar yaşayan özel kesimi eğlendirmek olan "prens" gibi giyinmiş ebleh soytarılarla doluydu. Sarayın dışında ise engizisyonun infazları ve sindirilmiş bir halk vardı...’ Burayı dikkatli dinle küçük kız: ‘ Eserlerinde nostaljik bir hava baskın olmasına rağmen çocukluğunda yaşadığı üzüntü ve çirkinliklere ya da kasvete ve kötülüklere yer vermez. Velázquez zıtlıkların ressamıdır. Gün ışığında olsa bile geceyi ve küçük bir odada olsa bile geniş toprakları veya savaşın ortasındaki cehennemde yaşasa bile sessizliği ve huzuru resmeder. Nadiren de olsa dışarı çıktıklarında tepede kavurucu güneş bile olsa İspanyol ressamlar geceyle fısıldaşırlardı.’Güzeldi değil mi küçük kız?” “ Küçücük kıza böyle şeyleri okuman hiç faydalı değil. “ “Küçük tosbağa haydi yatağa! Neden Odile yatırmadı çocukları? “ “ Çünkü evin beyi onun bu hafta içinde üçüncü kez sinemaya gitmesine izin verdi de ondan. ” “ Ne olmuş ‘üçüncü kez’ izin verdiysem? Johnny Guitar gösterimde. İzlemesi eğitimine faydalı olur. En azından diğerleri gibi saçma sapan bir film değil.” Çocukluğundan kopup gelen anı matlığını yitirdi, giderek saydamlaştı. Oradan itibaren uyumaya başlamıştı çünkü. Hatıraları düşünmek... Etrafınız embesillerle dolu olunca ne yapardınız. Zihninizin içindeki aynanın karşısına geçer ve geçen ömrünün muhasebesini yapardınız. Göz denilen; gören, kulak denilen; duyan ve dil denilen, konuşan organları vardı. Ama bunlar birbirlerinden kopuktu. Birlikte çalışmıyorlardı. Normal bir insan gibi tek parça hissetmiyordu kendisini. Sanki farklı farklı kişiler ihtiva ediyordu. ‘Çok gevezeyim. Kendimi dinlemek yoruyor beni. ‘ Çok konuşuyordu, zihninde.Yalnız bir insan ister istemez geveze olurdu, kendi sınırları içerisinde. Umutsuzluk. Anılar ve özgürlük... Acı ve umut...

    "Pardon. Sizi ilk defa görüyorum ve önceden tanıdığım birisine öyle benziyorsunuz ki. Birisi diyemem, yalnızca bir şey. Bir heykel." .

    Bir an adamın söylediklerini idrak edemedi. Kendi zihninden o kadar hızlı çekilip çıkarılmıştı ki, yeni doğmuş bir bebeğin dehşetiyle baktı adamın yüzüne. Sonra sonra, dediklerini toparlayabildi. Sarhoş muydu? Sanmıyordu. Sesinin tonu ve kullandığı gramer, sarhoş olmadığını kanıtlıyordu. Bir heykele mi benziyordu yani? Nasıl bir heykel olduğunu bilme isteğiyle kavruldu ruhu. Yapı maddesi neydi, neredeydi, kim tarafından yapılmıştı? Sanatkarını düşündü heykelin. Acaba bir model kullanarak mı yapmıştı heykelini, yoksa tamamen hayal gücünün oluşturduğu bir görüntüyü mü aktarmıştı? Ne zamanda yaşamıştı acaba sanatkar? Bundan yüz yıllar önce mesela, bir model kullanarak yapılmışsa eğer, kendisine dış görünüş olarak çok benzeyen bir insanın varlığı kendisini garip bir biçimde heyecanlandırmıştı. Neler düşünmüştü acaba o kadın? Ya da kadın mıydı? Kadınsı görünüşlü bir erkek de olabilirdi pekala. Ne hissetmişti peki? Nasıl yaşamıştı hayatını? Benziyor muydu acaba ruhları, kendisinin düşündüğü şeyleri düşünüp sorgulamış mıydı? Kayıp bir ruh muydu acaba o da, evrendeki yerini şaşırmış? Ondaki bu bu dünyada olma ama aslında olamama, insanlarla arasında şeffaf bir duvar olması, kendi düşünce denizinde boğulması durumunu görmüş ve bundan etkilenip mi heykelini yapmıştı acaba heykeltıraş? Ama ondan da öte, eğer heykeltıraş model kullanmadan yaptıysa heykelini- sanatkarın zihninde kendisine benzer bir silüet oluştuğu anı düşündü, o zihnin içindeymiş gibi. Ürpertici ama aynı zamanda çok güzeldi. Yine de, büyük ihtimalle adamın olayı abarttığını düşündü, heyecan yapacak bir şey yoktu. Bir heykele çok fazla benzemesi, imkansızdı. Büyük ihtimalle sadece yüzünün bir kısmı, burnu mesela, benziyordur.

    “ Çok ilginç. Emin misiniz? Belki sadece çok az andırıyorumdur.

    Biten bardağını barmene doğru kaydırdı.

    “ Yine de, bu- bu çok garip. “.

    Yeşil kostümlü adama gülümsedi. Adamın kelimelerindeki belirgin aksanı da seçmişti.

    “ Peki, nerede bu heykel? Yanlış anlamayın, görmeyi çok isterim. ”.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
William Bennett
Barmen
 Barmen
William Bennett


Mesaj Sayısı : 16
Kayıt tarihi : 26/06/11

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimeC.tesi Ağus. 13, 2011 1:19 pm

Ses tonuna ya da kelimeleri telaffuz edine artık aldırış etmediğini fark etti, ne kadar değişmemiş olsa da içtiği o tek bardağın özgüvenini yerine getirmiş olduğu fikri bir anlığına da olsa gülümsetti kendisini. "İngiltere'de, Bristol." Şehrin adı döküldüğünde dudaklarından bu birkaç sesin dahi kendisini korkuttuğu fark etmişti. "Londra'nın biraz daha batısında. Haritada koy gibi görünen kıyıda." Parmaklarıyla koy’un nasıl göründüğünü anlatmaya çalıştı saçma bir hareketle. Ardından vazgeçip hızla bıraktı elini ve dengesini kaybedeceğini sanıp tabureye tutundu. Dakikalardır burada oturuyor olmasına rağmen bir defa dahi hareket etmemişti bedeni ve o koca botların içinde ayaklarının uyuştuğunu hissetti, karıncalandıklarını fark ettiği yüzünü ekşitti. Taburenin bacaklarından ayırıp yere bastı parmak uçlarıyla, vücudundaki tüm sinirlerin gerildiği fikri ve üzerindeki kıyafetten git gide rahatsız oluyordu. Sırtındakilere gelince- Omuzlarını gerdi ve elini ardına uzatıp yeşil copları aldı sırtında, bardağının yanına koydu. Başını iki yana salladı farkında olmadan, yalnız ve tek başına konuşan deli adam.

"Doğu'dan gelmiş olabilirler," dedi. "Belki, Romalılar. Eski, bakımsız ve- Sanırım- Mermer ya da- Pişmiş çamurdandılar." Omuz silkti, bilmiyordu. Yalnızca önemli olan, oradaki, varoluşlarıydı, çocukluğundan geriye kalan tek şeymiş gibi düşünüyordu ve önemli olan varlıklarıydı gözünde.

Kızın yüzünde gezindi bakışları bir kere daha, mavi gözlere aldırış etmedi. Heykellerin en sevdiği yanı buydu herhalde, gözleri açık olmasına rağmen neler hissettiklerini göremiyordu ve yüzlerindeki ifade de hiçbir şey sağlamıyordu bu tahminlere. Güzelliği yüzünden düşünmüştü büyük ihtimalle, olağanüstü geliyordu hala gözünün önünde olsa dahi ve neden bir anda bu fikre kapıldığını düşündüğünde utanıyordu. Asla iyi olmamıştı konuşmalarda, ya da herhangi bir iletişimde. İşteyken dahi sarhoş heriflerle bile dakikalarca konuşmak zorunda kalıyordu yalnızca bir bardak içki için. Ama burnunun belirgin hatları ve aynı dolgunluktaki kusursuz dudaklarıyla, sanki yalnızca bir heykeltıraşın elinden çıkacak gibi görünüyordu karşısındaki suret ve böyle bir görüntüyle karşı karşıyayken kelimeleri toparlaması olağan gözükmüyordu kendisine.

“Yaldızlanmış değil, cilalandıklarını dahi söyleyemem. Yağmurun altında sürdürüyorlar hayatlarını, kim bilir kaç yaşındalar. Eskiden binanın içinde, büyük bir avluda duruyorlardı. Sonrasında yerlerini saçma sapan, altın rengine boyanmış, İngiliz bir çocuğun elinden çıkan ‘orijinal’ Mısır heykelleri aldı. Şimdi depo olarak kullandıkları, ağaçlarla kaplı bir yerde duruyorlar. Aslında bakımsız bir bahçe ve uzamış otlar da diyebilirim, ama sanki ağaçlardan bahsedince daha kaliteli bir yermiş gibi duruyor. Benim için oldukça değerliler.”

Saat 00.27:
Odanın kapısı açıldığında pervaza tutunmuş ve bedeninin geri kalanının ardından başını pencereden dışarı çıkartmaya çalışıyordu, anahtarı kilidin üzerinde bırakmayı unutmuştu anlaşılan. “Ne yaptığını sanıyorsun? Biz senin için her şeyi yaparken, yalnızca seni korumak için. Geri, içeri attı ayaklarını ve arka cebine gitti eli. Parmakları arasındaki anahtarı alıp başucundaki komidinin üzerine fırlattı, sanki bir daha işine yarayacakmış gibi. Kadının dudaklarından dökülen kelimeler utanmasına neden oluyor, ama o kelimeyi kullanmadığını fark ettiğinde aldandığını düşünüyor ve yerdeki kilimdeki desenlerden ayrılıyor gözleri. Sokak lambalarının aydınlattığı odasında ışıldıyordu gözleri siluetinin aksine. Anlatsa ona- Hayır, bu fikir dahi ürkütüyordu kendisini; kendi kulağına dahi saçma geliyor çoğu zaman, aynı diğer her konu da hissettiği gibi. “Camına parmaklıklar takmamı istemiyorsan böyle davranmamalısın.” Resmen Chamber of Secrets. Başını iki yana salladı karanlıkta, gözlerindeki parıltılar sayesinde anladı bunu. “İlaçlarını yanına al. Kahvaltıya geç kalma. Bu son olacak.” Gidip sarıldı ona bu sarılmanın son kez olacağı düşüncesiyle, yanağına bir öpücük kondurup dışarı çıkmak için olağan kapıyı kullandı. Son kez olmadı gerçi, ne sokağın ortasında yığılıp kaldı ne de evden kaçıp gitmemezlik etti sonraki herhangi bir gecede. Çoğu zaman sabahladı bahçesinde, okula gitmediği için bahane de uyduramıyordu eve döndüğünde ve bir kız arkadaşı olduğu fikrindense, çalıştığını söylemesi daha mantıklı gelmişti kendisine. Henüz 15 yaşındaydı ve bu fikri annesinin pek de beğenmemesi üzerine ertesi gün gidip bir barda garson olarak çalışmaya başladı. Sonra barmen, barmen ve William. “Yalnızca çalışırken bir şeyler içemiyorsun diye bu işi yapmana izin veriyorum.” Gülümsemesinin yüzünden ayrılmadığını görmesi yetiyordu ona, özleyeceği şeylerden birisi de bu olacaktı.

“Neden o her şeyi yapabiliyor da ben yapamıyorum ve benş onun aksine, hiçbir sabah olmadık yerlerde-” Annesinin bakışlarıyla karşılaşmış olacak ki William odaya girmeden önce kesmişti konuşmasını. “İstediği her zaman dışarı çıkabiliyor. Hazırlanması gereken sınavları yok. İstediği kadar içiyor ve elindeki sigaraya hiçbir zaman bir şey demiyorsun. Tony eve geldiğinde salondaki perdelerin sigara koktuğunu iddia edip onu evden kovmuştun!” Tabii henüz Tony ile edeceği kavgadan haberdar değil, yalnızca bir hafta sonra birbirlerinin suratlarını dağıtacaklar. “Belki de aranızdaki yaş farkı yüzündendir.” Annesinin onu yalnız yetiştirmiş olması ve hala kendisini desteklemesi sayesinde burada belki de, onu artık yalnız bırakmak istediği için bir de. Onun iyiliği için. Yeni ve huzurlu bir aile için.

Aklındaki tüm dumanlı fikirler siliniyor ve bardağa uzanıyor eli, büyük bir yudum aldıktan sonra yarılıyor bardağı ve yerine koyuyor tekrar. A Day To Remember’ın şehirlerinden nefret ettikleri ve kendi gevezeliklerinden daha gürültülü şarkılara yeğleyeğeceği türden bir müzik çalıyordu.

Belki de yaşadığı ilk heyecanlı dakikalar bu heykeller yüzünden olmuştu, unutamamasının nedeni de buydu şimdi. Gülümsedi karşısındaki tanıdık yüze karşı, her ne kadar tanımasa da sahibesini. Özür dilerim, şimdi kulağa daha da aptalca gelmeye başladı ve öyle tanıdık ki bu düşünce.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimePaz Ağus. 14, 2011 1:52 am

    ‘"İngiltere'de, Bristol Londra'nın biraz daha batısında. Haritada koy gibi görünen kıyıda. Doğu'dan gelmiş olabilirler, Belki, Romalılar. Eski, bakımsız ve- Sanırım- Mermer ya da- Pişmiş çamurdandılar."

    Omuz silkti, zaten ara ara kesilen cümlelerine daha büyük bir ara verdi.

    “Yaldızlanmış değil, cilalandıklarını dahi söyleyemem. Yağmurun altında sürdürüyorlar hayatlarını, kim bilir kaç yaşındalar. Eskiden binanın içinde, büyük bir avluda duruyorlardı. Sonrasında yerlerini saçma sapan, altın rengine boyanmış, İngiliz bir çocuğun elinden çıkan‘orijinal’ Mısır heykelleri aldı. Şimdi depo olarak kullandıkları, ağaçlarla kaplı bir yerde duruyorlar.Aslında bakımsız bir bahçe ve uzamış otlar da diyebilirim, ama sanki ağaçlardan bahsedince daha kaliteli bir yermiş gibi duruyor. Benim için oldukça değerliler.”

    Bir süre ikisi de sessiz kaldı, lakin bu sessizlik, delici bir sessizlik değildi iki insan arasında genelde olduğu gibi. Olmasına imkan yoktu zaten, bir partide olduklarının alameti olarak yüksek sesli müzik, insanların yüksek sesli konuşmaları, bar tezgahından kayan içki bardaklarının mırıltısı ve daha bir çok şey, buna izin vermiyordu.

    “Özür dilerim, şimdi kulağa daha da aptalca gelmeye başladı ve öyle tanıdık ki bu düşünce.”

    Kulağa aptalca gelmesi. Kulağına pek aptalca gelmiyordu bu olay yani eğer adam kendisiyle kafa bulmaya çalışmıyorsa. Eğer partide bir sapık gibi gözükmeden bir kızla nasıl sohbet etmek ve kızı etkileyip gecenin sonunda dairesine gitmek amacıyla oturup bunu düşünmüş ve ince ince planını hazırlamamışsa. Bu tür tiplerin varlığı aşikardı, onları her yerde görebilirdiniz: üçüncü sınıf publarda, barlarda, ultra lüks clublarda veya üst sınıf partilerinde. Lakin karşısındaki adam böyle birisi olmadığının sinyallerini veriyordu alttan alttan, farkında olmadan, kendisi gibi olarak. Kesikli cümlelerinin arasında yaptığı hareketler, kendisine koyu anlatmaya çalışıp sonra vazgeçmesi mesela, birisini etkilemek isteyen birisinin hareketleri değildi. Bu sabah kostüm dükkanının önünde, gazete okuduğu bir haberi düşündü. ‘Askeri garnizona baskın yapan Viet Kong kuvvetleri çatışmada 115 askerini kaybetti’. Garip değil miydi? Nasıl da aldırmaz bir hâldeydi hem kendisi hem diğer insanlar. Buradakilerin çoğunun bundan haberi bile olduğunu sanmıyordu, onlar saçma içi boş balon dergileri okumayı tercih ederlerdi. 115 gerilla öldü diyordu ve bu kendisi için hiçbir şey ifade etmiyordu .O adamların hepsinin bir hayatı vardı kendisi fark etmese bile... Kime aşık idiler, çocukları var mıydı? Sinemayı mı yoksa tiyatroyu mu seviyorlardı? Hiçbir şey bilmiyordu onlar hakkında. Tek bildiği; 115 tanesinin öldüğüydü. Fotoğraflara bakmak gibi. Fotoğraflardan her zaman etkilenmişti. Fotoğrafta gördüğünüz tek şey, bir adamın donmuş görüntüsüdür.Belki korkağın tekiydi, belki de iyi bir insandı. Oysa o fotoğrafın çekildiği anda kimse onun aklında ne var bilemez. Karısını mı düşünüyordu, yoksa metresini mi? Geçmiş mi kafasını kurcalıyordu yoksa gelecek mi? Hatta basketbol mu? Kimse tam olarak bilemezdi. ‘Hayat; kitaplarda yazıldığı gibi değil.’ Kendisine bunu söyleten bu düşüncelerdi işte. Keşke kitaplardaki gibi olsaydı: Sistemli, mantıklı, basit. Lakin öyle değildi.

    Ah, lütfen özür dilemeyin. Çok ilginç bir durum olduğunu tekrar belirtmeliyim. Yani hayatımda aklıma gelmezdi, bir heykelle birbirimize benzediğimiz. Bir gün yolum Bristol’den geçerse eğer, kim bilir, o zaman umarım hala orada olur. Geçmez dememek lazım, sonuçta insan, göçebe bir ruh.

    Bir kitapta okuduğu ve altını çizdiği bir bölüm geldi aklına: “‘ İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez.' ne anlamlı bir söz değil mi? yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlardır, suda değil. ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur. “ Bu paragraf kendisinin durumunu öyle sade ve tam bir şekilde ifade etmişti ki, çarpılmışa dönmüştü. Cümleleri art arda bir kere daha ve bir kere daha ve tekrar tekrar okumuştu. Sonunda, kendi kafasında kurduğu ortamı anlatmasıyla heyecana kapılmıştı o yazılı eserde. Bir insan çok üzgünse, dişi ağrıdığı ya da para kaybettiği için değil, her şeyin gerçekte nasıl, yaşamın nasıl şey olduğunu hissettiği için üzgünse, gerçekten üzgün demektir, işte o vakit biraz hayvana benzer, o zaman üzgün görünür, ama her zamankinden daha gerçek ve güzeldir bu üzüntü. İşte genç kızın suratına her zaman yerleşik olan ifade, bu üzgünlük ifadesiydi. Sadece onun gibi veya ona yakın durumda olanların anlamlandırabileceği ve anlayacağı o ifade. Kendi göçebeliğini düşündü. Norveç’i, bir haber vermeden geride bıraktığı annesini ve babasını – öyle ya, haber vermemek zorundaydı, onların başına bir şey gelmesini istemiyordu -, diğer geride bıraktıklarını, çocukluğunu, arkadaşlarını, sevgisini ve Varg- her şeyi geride bırakmıştı. Sıfırdan bir hayat kurmanın, beş parasız bir hayat kurmaya çalışmanın ne demek olduğunu biliyordu o. New York’a gelip Brooklyn’de beş parasız nerede kalacağının hesabını yapmanın ne demek olduğunu, f*hişlere, ayyaşlara, farelere, böceklere ve her türlü düşmüşe ev sahipliği yapan köhne pansiyonlarda kalmanın ne demek olduğunu biliyordu. Lanet olası bir iş bulmanın ne kadar zor olduğunu da. Teyzesi ona sahip çıkana kadar. Milyarder çocuklarının gittiği o okula gitmek istememişti lakin, teyzesinin hayatında başka bir şeye karışmamasını bir tek böyle sağlayabilmişti. Eğitimini orada sürdürmesini istemiş, bunu rica etmişti ondan. Kendisi ile yaşaması için zorlamamış, nerede isterse yaşayabileceğini söylemişti ona, ama o okula gitmesi şartıyla. Eh, bunu ve şu an oturduğu tek odalı evinin kirasını ödemesini kabul etmek zorunda kalmıştı sonunda. Ne kadar istemese de.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
William Bennett
Barmen
 Barmen
William Bennett


Mesaj Sayısı : 16
Kayıt tarihi : 26/06/11

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimePaz Ağus. 14, 2011 6:07 am

İlkbahar geldiğinde açan çiçekler değil de sigarasını artık üşümeden, takırdayan dişleri ve titreyen dizleri olmadan içiyor olması memnuniyetini sağlardı. Herhalde kendine ayırdığı tek şey buydu hayatının son yıllarında, karşısındaki bardakla karşılaştığında gözleri sanki içindeki sıvı kendisine baş kaldırıyormuş gibi geliyordu. Kâbuslar gibi, ancak görüntü şimdi daha netti ve dününden daha gerçekçi. Yalnızlığında boğulacağı gibi, tepesine dikti bardağı ve barmeni bekledi bir sonraki bardak için. Dilediği özürler şimdiye dek dilinden dökülen en kolay kelimeler olmuştu kendisi için, kalıba öyle alışmıştı ki dili sivrilmektense onları kullanmayı seçiyordu her defasında. Ellerini birbirlerine kenetleyip önüne döndü tekrar, saklanma yöntemi her defasında bakışlarını kaçırmak ya da suskun bir hale bürünmek olduğundan bir sonraki hamlesini kestiremiyordu. Sanki içsesleri onlarca parçaya bölünmüş ve kafasının içinde gürültüden başka hiçbir şey sağlamıyormuş gibiydiler, düşünmüyordu çoğu zaman. Aptallığının, kendinden emin olmayışının nedeni buydu. Doğrulttu bedenini ve yenilenen bardağı aldı parmakları arasına. Bir sonraki yudumu ardından içkinin kokusuyla doldu nefesi.

Günün ilk yağmuruyla birlikte arabanın açık olan camından içeri büyük damlalar düşmeye başladı, kapıdaki kola asıldı ve hızla çevirdi saat yönünün aksine. Cam belirdikçe yerine suyun uzayan izleri üzerine yeni damlalar düşmeye başladı, şakağını yasladı arabanın gövdesine. Verdiği her nefes cama tutunup buhar haline geliyordu, işaret parmağının ucuyla bir şeyler yazmayı denedi bu mat dokunun üzerine. Yalnızca küçük bir harf: W. Barmen ve William, W. Şehirdeki son etkisi de bu oldu böylece, tabii taksinin sahibi camları temizlemediyse. Arabanın zeminindeki izmarit yığınını hatırladığında bunu yapmamış olduğunu tahmin etti, son etkisinin evden ayrılmadan önce şehrin kanalizasyonuna bıraktığı çişi olmasını istemezdi. Her neyse.

“Benim için var olduğundan emin olsam, bana adanmış olsa aldığın her nefes, attığın her adımı benimkiler izlese, ayrılmasan yanımdan- Ya da, uzakta ol. Ama beni özleyerek geçsin günlerin. Senin kadar bencilim ben de, lütfen, sadece lütfen.” gibi saçmalıklara adanmış olmasa dahi geçmişi, git gide artan yalnızlığı duygularının düşünceleri arasına dağılmasına neden olmuştu. Anlam veremediği kelimeleri dudaklarından döküldüğünde, odasındaki aynanın karşısındaki hazırlıkları uçup gidiyordu aklından. Bir sonraki cümlesi asla ses bulamadı, söylemedi onu sevdiğini ve bırakıp geldi. Kendisi için en iyisi buydu ne de olsa, yalnızlığı ve yalnızlık için yaşadığı gerçeği. Sevmek için yaratılmamıştı, aşık olma fikri canını sıkmaktan çok korkutuyordu kendisini. Şimdiye dek kendisine seçtiği her varlığa sahi olma şansını yakalayamamıştı. Şansa inanmazdı gerçi, doğduğu günden beri bir kez olsun karşılaşmamıştı onunla ve kader dahi daha mantıklı geliyordu kendisine. Yalnızca bir kişi için var olmuşsa, aslında makul bir bekleyiş. Ancak bu kişiyle karşılaştığında son nefesini veriyor olma şansı da vardı, ama ‘şans’ ne de olsa.

Şimdiye dek aklından geçen hiçbir düşünce bencilliğiyle bağdaştırılamazdı, yanlıca ailesinin ona bakmış olması bu konuyu destekler ancak araya onların istekleri girdiğinde gene cevap olumsuz bir hale gelirdi. Aslında asla istediğini yapma fikrine alışamadığından beklemeyi tercih etmiş ve en sonunda kararını verip ayrılmıştı evinden. Ev. Şimdi ne kadar yabancı gelse dahi bu kelime, Bristol onun için hala buraya yeğleyeceği tek yerdi. Buraya gelme nedeni uzaklaşma isteği olsa da özlüyordu şehrini, şehre adımını atana dek tek gördüğü yer orasıydı ve yalnızca ailesi değil, orada yaşayan ve daha rahat olan William geri dönmeliydi. Sanki değişiyormuş gibi, kostümünü satın alıp buraya gelmiş William ve onun düşünceleri sanki bir ihanetin bedeliymiş gibiydi. Owen Wilson’ın yamuk burunlu ve daha çirkin olan hali David Guetta’nın müziğine katlanamazdı artık. Fransız olmasına rağmen yaşadığı bunca yılda hiçbir şey öğrenememiş miydi bu adam? Dışarı çıktığında büyük bir sessizlikle karşılaşacak ve ardından baş ağrısına günlerce tahammül etmek zorunda kalacaktı, kendi küçük pub’ını yeğlerdi buraya. Dışarı çıkıp soğuk geceyle karşılaşmak için her şeyini verebilirdi. Ancak, hayır, olmaz. Belki- “Evet, öyleyim. Özür dilerim. Ve teşekkürler beni dinlediğiniz için, her şey için. Majesteleri. Acemi bir hareketle bardağından ayırıp avuçlarına arasına aldı -porselen kelimesiyle dahi tasvir etse sanki aşağılayacağını düşündüğü- elini ve üzerine hafif bir öpücük kondurdu. Geri çekildiğinde maskeyi bardağın yanına bırakıp kalktı ayağa ve dengesini korumaya sağladığı adımlarla kalabalığın arasında kayboldu yeşil kostüm içindeki bedeni. Aklından silinmeyecekti hiçbir zaman sureti, diğer anılarının yanında büyük bir yer alacaktı ve şansa olan inancı sınanmıştı sanki bu gece. O mavi gözleriniyse heykellerin aksine hatırlatacaktı ona gerçekten var olduğunu diğer hayallerinin anılarının ardında. Vestiyerdeki ceketini alıp bir sigara yakmak için sabırsızlanıyordu artık, tek yapabildiği ve elinden gelen buydu. Umutsuz William geri döndü ve mırıldanmaya başladı aklındaki sözleri yalnızca o küçük ulama olmadan.

“Her Majesty's a pretty nice girl,
but she doesn't have a lot to say.
Her Majesty's a pretty nice girl,
but she changes from day to day.

I want to tell her that I love her a lot.
But I gotta get a belly full of wine.
Her Majesty's a pretty nice girl,
Someday I'm going to make her mine.
Someday I'm going to make her mine.”
Artık daha gerçekti.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimePtsi Ağus. 15, 2011 3:45 am

    ‘ Evet, toplum yaşantısı uzlaşması güç bir yaşantıdır. İnsana baskı yapılır. ‘ ‘ Bu tür yakınmaları sık sık duymuyoruz şu günlerde. Ama bütün bunlar bir ölçüye vurulacak olsa ne tam olarak burada, ne de tam olarak orada olduğu söylenebilir. ‘ ‘ Ama kiminle, hangi koşullar altında, nasıl, hangi uca doğru? ‘ ‘ Ah evet sorun bu değil mi, kiminle? ‘ ‘ Sınıfların tarihsel rolüne inanmıyorsun değil mi? ‘ ‘ Hep unutuyorsun, benim konum… ‘ ‘ Şıklar değil mi? Özür dilerim. Kiminle diye devam edecek olursak, korkunç, cevabı olmayan bir soru bu. Ayrı ayrı köşelere dağıtılmış insanlar mı? Toplum dışı edilenler mi? Geriye kalan, bazı özgürlüklerin sadece bundan sonra ne olacağını düşünüp merak etme özgürlüğüdür. ‘ ‘ Yine de görebilme gücün olsaydı… Burada insanoğlunu yabancılaşmaya sürükleyen hayal gücünün zayıflığıdır diyorsun, ama aynı ölçüde bir zayıflığın maddi yönden seni etkilediği söylenemez. Tümüyle görebildin… Nereye gidiyorsun? ‘ ‘ Paltomun cebinde sigara olup olmadığına bakacağım; belki bir tane bırakmış olabilirim orada. ‘ ‘ Eğer görebilseydin böyle… ‘ ‘ Evde bir tane sigara bile yok. ‘ ‘ … bütünüyle. ‘ ‘ Yani maddiyat konusunda bir dahi olsaydım… Değilim. Şimdi neyle yüz yüzeyiz? ‘ ‘ Belli koşullar altında ne yapmak gerektiği konusuyla yüz yüzeyiz. ‘ ‘ Yaşamaya çalışmak. ‘ ‘ Nasıl? ‘ ‘ Bak, hiç de yardımcı olduğun söylenemez. Bir plan, bir program ya da bir saplantı konusunda. ‘ ‘ İdeal bir yapı. ‘ ‘ Bir Fransız adı altında, Almanca bir deyişten söz ediyorsun. ‘ ‘ Bu tür hırsları aşmış olmam gerekir. ‘ ‘ Çok güzel bir deyiş ama. İdeal bir yapı. Bir saplantı aracı. Sayısız türleri olmuştur; çalışmak için, akıl için, cesaret, savaş, hainliğin çıkarları, sanat için. Eski kültürlerin yarı insan- yarı tanrı yaratıkları, insancıl yaratık, kibar aşık, şövalye, ekletik, despot, dindar, milyoner, yönetici. Bu ideal türlerden daha yüzlercesini sayabilirim, hem de, her birinin kendi kanıtları ve sembolleriyle, ahlakta, tavırda, tanrı huzurunda, sanatta, parada, her konuda. Her birinin belli cevabıyla, “ Kaosa karşı koymanın koymanın tek yoludur. “ diye yaptıkları açıklamayla. Şu dostum Hanssenn bile küçük çapta da olsa ideal olan bir şeyin peşinde. Küçük çapta diyorum, çünkü sağlam olmadığı gibi, üzerinde fazla düşünülmemiştir. Yine de gerçektir ama. Tiyatro dışında her şeyi silip atabilir yaşamından. Korkarım, sadece fazla derin olmayan bir tiyatro fikri var onda. Basit, kaçınılmaz olaylar onun için yeteri kadar tiyatroya uygun değil. Hayranlık duyulacak bir stil anlayışı var kafasında onun. Boş şeyler. Onun istediği davranış soyluluğu. Ve o pohpohladığı tembelliğine karşın gözleri yuvalarından dışarı uğrayana kadar, idealini kovalamak için destek. ‘ ‘ Bu ideallerden birini ister misin? ‘ ‘ Bir gereksinme duyduğumuz açık değil mi? ‘ ‘ Bilmiyorum. ‘ ‘ Onlar olmaksızın yapamayız. ‘ ‘ Öyle görüyorsan, tabii. ‘ ‘ Kendimiz için belli bir nokta seçerek hırsla buna adamamız gerektiği açık bence. ‘ ‘ Olabilir. ‘ ‘ Ama ideal olanla gerçek dünya ve gerçekler arası boşluk için ne demeli? ‘ ‘ Evet… ‘ ‘ Nasıl bir bağlantı var ikisinin arasında? ‘ ‘ İlginç bir sorun. ‘ ‘ Örneğin diğer insanlar gibi ideallerimiz maddi veya manevi dünyaya yönelik değilse, dünyaya ait hiçbir şeye yönelik değilse, ne yapacağız? Ruha mesela. Ruha değmek. ‘ ‘ Saplantılar insanı yorar, hatta düşmanı haline getirebilir. Genellikle de düşmanı olur. ‘ ‘ Bütün bunlar hakkında ne düşünüyorsun? ‘ ‘ Ne mi düşünüyorum? ‘ ‘ Evet, ne düşünüyorsun? Orada öylece durmuş, belirsiz , kaçamak ve kuşkulu cevaplar veriyorsun sadece. ‘ ‘ Cevap vermiş değilim. Vermemem gerekir. ‘ ‘ Öyle mi? Kimsin ki sen? ‘ ‘ Mantıklı olmayı unutuyorsun. ‘ ‘ Mantıklı mı? Git hadi, beni çıldırtıyorsun. Seni karşımda görmek beni hasta ediyor. O yapmacıklı görüşünle midemi bulandırıyorsun. ‘ ‘ Froy, buraya bak… ‘ ‘ Ah, git buradan, git diyorum. İkiyüzlü ve mide bulandırıcısın. ‘ ‘ Beni yok edemeyeceğini biliyorsun. ‘ Lanet olası. Kafasının içi.

    ‘“Evet, öyleyim. Özür dilerim. Ve teşekkürler beni dinlediğiniz için, her şey için. Majesteleri.

    Heykel Adamı, adını bilmediği için ondan her bahsederken böyle diyecekti daha sonraları, elinin üstüne minik bir kelebek öpücü kondurdu ve maskesini bar tezgahına bırakarak, ağır aksak bir şekilde insan denizinin arasında kayboldu. Adam gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı, daha sonra barmene dönüp yeni bir içki istedi. Adamın tezgaha bıraktığı yeşil maskesini kendi önüne doğru çekti ve gözlerini ona dikti. Şimdi Tu As Raison Aussi gerçek bir insan olarak yanında belirseydi biraz önce kalkan adamın yerine, her şeyin en idealinin kişinin kendi kendini hapsetmekten kurtarabilmesi olduğunu söylerdi ona. Sürekli olarak kendi kendisini özgür kılmak için savaşıyordu. Ya da başka bir deyişle kendi kendisine dört elle sarılır görünmesine karşın dizginlerini bırakıvermeyi yeğ tutuyordu. Ama bunu nasıl yapabileceğini bilmiyordu. Böylece de zaman zaman koyveriyordu kendisini. Gerçekte istediği bu denli çaresizce bağlı olarak yaşamaktan, hiçbir şeyi bilmeden, sadece bir kargaşalık içinde yaşamaktan ve topluma dönük yaşamaktan kurtulmaktı. Sorun para, kötü ya da iyi bir ün sahibi olmak, gurur duymak, hırsızlığa, kıyıma, fedakarlığa sürüklenmek ya da her ne olursa olsun hep aynı. İnsanların bütün verdiği savaşlar aynı son için, tek bir son için. Bu içgüdüyü tam anlamıyla anlayabileceğini sanmıyordu çoğu insanın. Ama kendisine öyle geliyordu ki, en sonu katıksız bir özgürlük hissiydi. Herkes aynı ruhsal değerlendirmeler içinde değildi ancak kendisi – ne olduğunu bilebilmek, amaçlarını bilebilmek; diğer insanlarınki ise incelik, güzellik peşinde koşmak. Barmen bardağı yeşil maskenin yanına koyarken yüzüne bakmadı, eli mekanik sayılabilecek bir hareketle bardağa gitti.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Frøydis V. Solskjær


Mesaj Sayısı : 70
Kayıt tarihi : 04/02/11
Nerden : Norveç

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimePtsi Ağus. 15, 2011 3:47 am

- SON -
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Fame Spreader
☆ ☆ ☆
 ☆ ☆ ☆
Fame Spreader


Mesaj Sayısı : 51
Kayıt tarihi : 05/03/11

Let me at the truth. Empty
MesajKonu: Geri: Let me at the truth.   Let me at the truth. Icon_minitimePtsi Ağus. 15, 2011 4:52 am

    Tebrikler, partiye katıldığınız için +5 puanı kaptınız.

    Alınan Puan:: +(5x2)
    Yorum:: Uzunluklar yerindeydi, anlatıma gelince; gerçekten iyisiniz. Gerçekten... Özellikle William'ın rp'lerini okumak çok zevkli.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Let me at the truth.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: The New York City :: Manhattan :: Amnesia NYC-
Buraya geçin: