Thomas Shaw Sir Stafford | IV. Sınıf
Mesaj Sayısı : 83 Kayıt tarihi : 21/01/11
| Konu: Alexander Williams Perş. Şub. 24, 2011 12:04 pm | |
| Ad-Soyad: Alexander Williams Kişisel Özellikler: Alexander, normalin üzerinde olduğunu bildiği zekası sebebiyle sonuçlarını düşünmeden iş yapan, başına bela açan bir çocuk. Her ne kadar babası gibi muhafazakar, geleneksel bir kuralcı, can sıkıcı genç gibi görünse de, aslında ne zaman ne yapacağını kestirmek imkansız. Babası onu Cuma akşamı evde ders çalışıyor diye bilirken partinin birinde ortaya çıkabiliyor. Gerçi babasına pek yalan söylemiyor bu konuda. Eve döndüğünde sarhoş halde Uygarlık Tarihi çalışmayı çok sever. Aile Bilgileri: Tam olarak kurgu belirlenmedi; ancak annesi ve babası ayrı yaşıyor. Babası muhafazakar bir İngiliz; annesi Amerikan ve kendi ayakları üzerinde durabilen, başarılı bir kadın. Anne ve babası tanışıp Birleşik Devletler'de (New York'da) evlendi; ancak Alexander on altı yaşındayken boşandılar. Alexander bunun sebebini bilmiyor. Ünlüsü: Andrew Garfield Örnek RPG;
- Spoiler:
“Bir adam tanıdım, kafasız bir kadına hayatının yirmi yılını verdi, her şeyi feda etti ona, dostlarını, emeğini, dürüstlüğünü bile, ama bir akşam kadını hiç sevmemiş olduğunu anladı. Canı sıkılıyordu, hepsi bu.insanların çoğu gibi canı sıkılıyordu. Böylece karmaşa ve dram dolu bir yaşam yaratmıştı kendine.*”
Jean-Pierre, sararmış sayfalarıyla muhteşem bir hazine gibi duran kitabı, oturduğu tahtvari koltuğun hemen yanındaki kahve masasına, çay fincanının lekeli tabağının yanına bıraktı. Okumaktan büyük bir zevk aldığı kitap, az evvel eline geçen mektup göz önünde bulundurulursa Jean-Pierre'in hayatından önemli anlar sunuyordu okuyucusuna. Elbette bunu kendinden başka birinin anlayabileceğinden şüpheliydi; lâkin kitabın baş aktörü Jean-Baptiste Clamence'in sonu gelmez gevezeliğinin arasında öyle anlar yakalıyordu ki Dubois, mahremiyetinin milyonlarının gözünün önünde satırlara döküldüğünü hissedip ürperiyordu. Sanki Albert Camus gelecekteki yabancıyla dalga geçmek için yazmıştı bu kitabı. Bir de adını Düşüş koymuş, üstüne üstlük kahramanını Jean-Pierre'inkiyle benzer şekilde isimlendirmişti. İnsanın içini ürperten bakışıyla donuk, koyu mavi gözlerini kitabın yanında duran mektuba dikti. Sanki bir parça kağıt üzerinden kadınla bir bağlantı kurma, onun hisssatiyanı idrak gibi umutsuz bir çabaya girişmişti. Sonunda çatık kaşlarını mektubun üzerinden alıp tekrar kitaba uzandı. Şu an yapabileceği en iyi şey aklını Nina'dan uzağa çekebilecek bir şeyler okumaktı -ki bunu en iyi elindeki kitapla yapabilirdi. Zira bu kitap adeta onu anlatıyor, onu yüceltiyordu ve Jean-Pierre kutsiyeti kendinde bulmuş bir adamdı, kendisinin tanrısıydı. Kitabı rastgele tekrar aralıyordu ki Nina'nın bir zamanlar söylediği bir cümle zihnine oturdu. 'Sen yalnız kendini sevebilirsin Jean-Pierre.'
“Kimileri “Sev beni!” diye bağırır, ötekiler, “Sevme beni!” diye. Ama en kötü ve en mutsuzu olan bir bölümü de, “Sevme beni, yine de bana sadık kal!” diye. (...) İnsan böyledir, aziz bayım, iki yüzü vardır onun: Kendini sevmeden sevemez.*”
Okuduğu iki satırın akabinde başını tekrar kitaptan kaldırıp önündeki devasa pencereden yağan karı ve çökmeye henüz başlamış akşamı izlemeye koyuldu. Kendisinin ruhu bile duymadan hayatının bu denli tasvir edilmesi, didik didik edilip tahlil edilmesi asabını bozmuştu. Hakikat bu muydu? Bu kadar basit miydi yani? Salt ego tatmini miydi Jean-Pierre'in bütün hareketlerini, duygularını, davranışlarını, sözlerini özetleyen? Kitabı sol eliyle tutup sağ eliyle önce saçını geriye doğru sıvazladı, sonra yüzü boyunca aşağı indirip sımsıkı kapalı dudaklarının üzerinde durdu. Kişiliğinin karşılaşmaktan özenle kaçındığı ayrıntıları sayfa sayfa, satır satır başkalarına sunuluyordu. Bu tecavüzden farksızdı. Jean-Pierre, Camus'nun bir şekilde hayatına tecavüz ettiğini düşünüyordu.
“Alçakgönülllüğün kural olduğu bir alan varsa, tüm beklenmedik yanlarıyla cinsellik değil midir? Hayır, yalnızken bile en kazançlı kim olacak oyunudur bu. Omuz silkmelerime karşın gerçekte davranışım ne oldu benim? Bu kadını bir süre sonra yeniden gördüm. Onu baştan çıkarmak ve kendisine gerçekten sahip olmak için ne gerekiyorsa yaptım. Çok zor olmadı bu: Kadınlar da başarısız kalmayı sevmezler. O andan itibaren, açıkça istemeden, onu üzmeye başladım. Onu bırakıyor ve yeniden alıyordum, uygun olmayan yerlerde ve zamanlarda kendini vermeye zorluyordum, her alanda ona öyle hoyrat davranıyordum ki sonunda ona bağlandım, tıpkı zindancının tutuklusuna bağlandığı gibi. Bu da, acılı ve zorlama bir zevkin şiddetli kargaşası içinde, kendisini köle eden şeye yüksek sesle saygısını belirtinceye kadar sürdü. O gün ondan uzaklaşmaya başladım. Daha sonra da unuttum onu.*”
Kitabı tekrar bıraktı, kahve masasına düşüncesizce atmıştı onu derhal uzaklaşmak istercesine. Yalnız yüz seki sayfa olan kitap, cüssesinden beklenmeyecek kadar tok bir sesle ahşaba düşmüştü, tam da mektubun üzerine. Ne var ki mektubun tümünü gözden korumakta acizdi. Mektubun dikkat çekici bir biçimde kırışmış olan köşesi kitabın altından çıkmış; adamın nazarına takılmakta diretiyor, adeta varlığını haykırıyordu. Jean-Pierre'in asabı iyiden iyiye bozuldu. Sözde kitap düşüncelerini kendi üzerinde toplamasını sağlayacak, onları Nina'dan ayrı tutacaktı. Yararsız! Sayfaların yaptığı tek şey kendi üzerinden kadını düşündürmek olmuştu. Hah! Bir de Camus'nün hayaletinin peşinde olduğu, hayatını çalıp geçmişte bir romana konu ettiği düşüncesi vardı ki dayanılmazdı. Bu düşünce hiçbir açıdan makul değildi elbet; lâkin geçen yıl boyunca adamın yaşadıkları düşünülürse de makul kararlar vermesi de beklenmezdi ondan. Geçirdiği sarsıntılı yılın ardından -Paris'e dönüşü, Nina'yı görmesi, intihar, kaçış, tekrar sevişme, tekrar kaçış- Britanya'ya dönmek kararı gayet şaşırtıcı derecede makuldü. Paris'ten uzaklaşmış olsa da deliliğini de beraberinde sürüklemişti. Ancak gotik kulelerin görkemi, iklim,başka şeylerle meşguliyeti, Hogwarts'a dönüşü bir nebze olsun normale dönmesini sağlamıştı. Diğer yandan zihninde bir yerlere dehasının ardına saklanmış, sürekli kışkırtılmayı bekleyen deliliği de henüz yatışmamıştı. Doğumundan neredeyse yarım asır evvel yazılıp bitmiş bir kitabın kendini konu ettiği iddiası gülünçtü zira. Kitapla kavga etmesi, yazarın hayaletiyle boğuşmasının başka açıklaması yoktu. Neyse ki Sartre'ın öğretileri aklına geldikçe sakinleşiyordu. 'İnsan özünden önce vardır: önce var olur, sonra özünü yaratır.' Şu halde Jean-Baptiste Clamence'in kılıf giydirilmiş bir Jean-Pierre Dubois olması olanaksızdı. İkisinin özü birbirinden farklıydı. Dahası Clamence gerçek değildi, kurgusaldı. Jean-Pierre katiyetle onun hatalarına düşmeyecek kadar kutsal bir kişiliğin yuvasıydı. Kendinin mesihiydi o, tek müridi de genç bayan Baldwin'di. Şehrin ışıkları, tüm kenti kaplayan beyaz örtüden bulutlara yansıyor, gökyüzünde karmaşık bir renk oluşturuyordu. Soğuk şiddetliydi. İnsanın ciğerlerine işliyor, deriden içeri sızıp bedeni titretiyordu. Öte yandan düşüncelerinin nezaretinde hızlı atan nabzı ve kan dolaşımı sebebiyle Jean-Pierre, soğuğu bir nebze olsun hissetmiyordu. Kalın tabanlı siyah kunduralarının altında kar iç gıcıklayıcı bir sesle ezilirken ilerliyordu. Kulenin çatısı altına girdiğinde düşük kandan** bir görevli onu durdurmaya çalışmıştı. Jean-Pierre ise adamı cevap vermeye bile layık bulmayıp elinin bir hareketiyle onu yolundan çekti. An itibariyle ne yolda bırakabileceği bir ceset, ne de kudretten mahrum bırakılmış toplumun bu güce sahip olanları öğrenmesini umursuyordu. Dışarının soğuğunu tamamen emmiş olan taş binanın yüksek merdivenlerini tırmanmaya koyuldu. Montmartre balkonlarında olanlar bir kez daha hatırına geldiğinde Nina'nın böylesine yüksek bir yeri buluşma mekanı olarak seçmesi onu şaşırtmıştı. Kendisindeki akıl dışı cesaret onda da vardı işte. Nina'nın nerede olacağını çok iyi biliyordu. Yıllar sonra londra'ya ilk kez ayak basan kadın elbette ki tüm şehri görebileceği doğu kulesinin en tepesindeydi. Jean-Pierre usulca onun bulunduğu mekana süzüldü. Yılankavi sessiz hareketlerle gecenin koynundan çıkıvermiş, odada belirmişti. Tehdit edici ama bir o kadar da tedirgin adımlarını usulca öne doğru attı. Kadının odaya yayılan kokusunu derince içine çekip ciğerlerini onunla doldurdu. Kalın pelerini altında bile vücudunun aşina kıvrımları belirgindi. Nefesini adeta kadının saçlarına katarak “Beni neden çağırdın?” dedi. Aslında bu soruya hiçbir cevap beklemiyordu. Yalnız bir muhabbetin ortaya çıkması için konuşmuştu. “Bunu yapmaya hakkın yok.” Kadın da önceki sorusuna bir cevap beklemediğini anlamış olacak ki sesini ancak çıkardı. “Hayır var. Asıl senin her çiftleşme arzusu duyduğunda beni ayağına çağırmaya, baştan çıkarmaya hakkın yok.” Bu sözleri onlarca defa söylemiş olduğundan Jean-Pierre üzerinde hiçbir etki yaratmadı. Zira kadının da böyle bir gayesi yoktu, su kenarında susuzluğunu gideren bir ceylan kadar sakin, ancak hararetli bir edayla konuşmuştu. “Konuyu değiştirmene gerek yok Nina. Bunca vaktin ardından Londra'ya ilk kez gelen, dolayısıyla bir şeyler talep edecek olan sensin.” Kadının sesini çıkarmaması üzerine tekrar konuştu. “Beni neden çağırdın?” Buyurgandı, açıklaması için kadına emrediyordu. Vurgusu bu kez daha ölümcüldü, sanki bir an sonra asasını çıkarıp malum laneti kadına uygulayabilecek gibi. Ancak bunu yapamazdı, mümkün değildi. Ondan hem nefret ediyor; hem de aralarında tiksindiği bir bağlılık kuruyordu. Tıpkı Jean-Baptiste Clamence'in kadınları gibi diye düşünmekten kendini alamadı. Bir kez daha akli melekeleri sınırlarında oynaşır gibi olmuştu. Sözcüklerin kuvvetine kapılmayıp hayatını bir kitaba hapsetmeden yaşamak o an için çok zordu.
- Spoiler:
*Albert Camus, Düşüş. **Jean-Pierre muggle'ları ifade ediyor.
| |
|
Bonnie Hadwyn NY Halkı
Mesaj Sayısı : 775 Kayıt tarihi : 29/08/10 Gerçek Yaşı : 28 Nerden : NY
| Konu: Geri: Alexander Williams Cuma Şub. 25, 2011 8:02 am | |
| Kaydınız işleniyor. Sir Stafford IV. sınıf öğrencisi, ünlüsü Andrew Garfield, verilen puan 20. ^^ | |
|