Bazı
zamanlarda öyle bir denk gelir ki bu gök gürültüsü, sessizlik, korku
filmleri ve korkunç hikâyeler anlatıp insanları gizlice arkalarından
yaklaşıp korkutmak gibi kaçık zevklere de bürünebilir. Onunla arkadaş
olmak isteyen kişinin suyundan ve istediği gibi davranması yeterlidir.
Bazen benmerkezci olsa da bu sadece diğer insanlarda da olduğu gibi
basit bir şekilde egosunu tatmin etmek için kullanır. Çıkarcı
insanlardan nefret eder. Kendisini kullanmayı denediğinizde bunu anında
sezer, bir çeşit altıncı duyu gibi bir şeydir bu. İnsanların gözlerinin
içine bakıp ne türden biri olduğunu anında çözebilir. Laf yarışına
nefret eder, çoğunlukla kibar ve soylu bir tarzı vardır ama kızdığı
zaman bu görüntüden eser kalmaz kabalaşır ve ağzına gelen bütün
hakaretleri yağdırır. O an bir çeşit melek görünümünden şeytan
görünümüne bürünmüş insan modelidir. Gecenin bir yarısında sıcak
yatağından kalkıp sokaklarda yalnız başına gezmekten tut sabahın erken
saatlerinde herkesin uyuduğu bir vakitte kalkıp hikâyeler yazmak gibi
garip huyları da vardır. İlhamın ne zaman geleceği belli olmayan nadir
bir insandır. Şiddetli yağan yağmuru çakan şimşeği ve gök gürültüsü
içinin huzurla dolmasına yeter. Bazen yalnız başına kalmak istediğinde
evden çıkar ve kimsenin olmayacağı bir yere gidip saatlerce oturup
düşünür. Yalnızlık bazen huzur verici gelebilir ama bu çok fazla sürmez
kafasını dinleyip kendini toparlamaya başladığında o an olduğu yerde
doğrulur ve kendine muhabbet edecek birini aramaya başlar. Sürekli
düşünen bir yapısı vardır. Gelecekte başına neler geleceğini hayatının
nasıl geçeceğini ve yaşadığı o ana kadar geçen zamanda neler yaptığını
ölçüp biçer sürekli. Bir işe yaramama duygusu en korktuğu şeydir. Ona
kalkıp tembel olduğunu söylerseniz yapacağı tek şey ya sizi pataklamak
ya da çekip giderek bir daha yüzünüzü görmemek olacaktır. Zamanının ve
ömrünün geçen kısımlarını gereksiz yere harcamaktan nefret eder. Ağlama,
acıma, affetme duygusu yoktur. Otoriter bir kişiliktir. Onu tamamlayan
cümleler şunlardır: akıl, anlayış, felsefe, ileri görüş, idealist,
hayalperest, ahlaklı, açık fikirli, iyimser, umutlu, kaygısız, açık
yürekli, cömert, gerçeği arayan, kâşif, maceracı, gezgin, açık sözlü,
doğrucu, atletik, hayvanları seven, özgürlüğüne düşkün, ukala, kendini
beğenmiş. Bilmediği şeyleri araştırmaya ve keşfetmeye meraklıdır.
Şansıda buna eklenince hayatta pek çok istediğini elde etmiştir ama her
şeyden çabuk bıkma huyundan vazgeçip kendini disiplin altına sokmadığı
için yeteneklerini hep boşa harcar. Değişikliğe ihtiyacı olduğundan aynı
anda birkaç konu ile birden ilgilenir ve aynı işe bağlı kalmayı sevmez.
Bu yüzden bilgisini derinleştirmeden, yüzeyde kalan biri olma tehlikesi
vardır. Felsefe, ruhsal dünya ve metafizik üzerine kafa patlatır.
Parlak bir zekâya sahiptir. Yeni kültürler, yeni insanlar, yeni ülkeler
tanımak ister. Farklı kültürlerle ilgilenir. Nereye olursa olsun seyahat
etmeyi ve gezmeyi sever. Onun için önemli olan yolculuğun kendisidir.
Yolculuklar onun göçebe ruhuna iyi gelir, buna ihtiyacı vardır. Fiziksel
olarak seyahate çıkamıyorsa mutlaka zihnini geliştirmesi gerekir.
Geçmişin ve bu anın günlük olaylarının altında yatan ahlaki ve manevi
değerleri inceler, araştırır, keşfeder, varsayımlar üzerine kafa yorar
ve tartışmalar yaratır.[spoiler]
- Aile özgeçmişi : Kardeşlerimde var onlarada danışmam gerek,henüz belirlenmedi.
- Öğrenci veya Yetişkin : Kardiyolog.
- Örnek Rol oyunu
[spoiler]
Bundan
tam 235 yıl önce 30 Kasım 1765 yılında Benjamin Franklin’in tamda
elektriği yeni keşfettiği zamanlarda doğdum. Soylu İrlandalı bir ailenin
tek erkek çocuğuydum. Babam arşidük soyundan gelen bir asilzadeydi
annem ise İngiliz olan soyunun William Cecil’e dayandığını her zaman
gözümüze sokuşturup durmuştu. Bunun içindir ki inatla adımın Cecil
olmasını istemiş ve babamın karşı çıkmalarına rağmen adım Cecil olarak
kalmıştı. Babamın bu isme neden karşı çıktığını hâlâ anlayabilmiş
değilim gerçi. Sanırım bir İngiliz yerine bir İrlandalı ismini bana daha
çok yakışırdı diye düşünmüş olmalıydı.Ya da ben böyle bir fikre
kapılmıştım. Çevremdeki insanlar şanslı bir velet olduğumu söyleyip
dururlardı. Doğrusu altı kız çocuğundan sonra ailenin tek erkek çocuğu
olmak çok fazla şans işi değildi bana göre, tam aksine benim kör talihim
olmalıydı bu yine de çok iç açıcı olmasa da ben her zaman mutlu
olmasını bilmiştim. Belki de biraz şımartılmış bir çocuktum bazılarına
göre, ama işin iç yüzü hiçte öyle değildi ve ablalarım her ne kadar
üzerime titriyor gibi görünseler de onların içlerinde bana dair oluşan
kıskançlığı hissedebiliyordum. Beni seviyor ve bana hayranlık duyuyor
gibi görünen birçok yüz aslında sadece benden nefret ediyor ve babam
olmadığı zamanlarda çocukça davranışlarla ya çimdikleniyor ya da
azarlanıyordum. Aslında bir nevi bana düşmanlık beslemelerinde hak
vardı. Eğer soylu bir aile isen bir erkek evlat o aile için çok
önemliydi ve erkek evlat dünyaya gözlerini açınca kız evlatların
pabuçları dama atılırdı. Onlar annemiz ve babamız tarafından benim kadar
çok sevilmez ve ilgilenilmezdi. Her biri bir şaperonun ve bir dadının
eline bırakılmışlardı. Ben ise onlardan tamamen farklı bir ilgi
görüyordum. Çocukluğumun geçici zamanlarından ergenliğe doğru
ilerlediğim o günlerde onları anlamaya başlamıştım. Ailenin tek erkek
evladı olarak en büyük miras bana kalacaktı. Yinede bu anlayışlı
tavırlarım benim sinirli bir genç olmama engel değildi. Özellikle
ergenlik dönemindeyken benden yaşça büyük ablalarım tarafından her
seferinde bir laf sokuşturulması oldukça sinir bozucuydu. Buda beni
çocukluktan delikanlılığa geçiş zamanımda fazlası ile asabi bir genç
yapmasına sebep olmuştu. Aynı zamanda sevebiliyor, duygusallaşabiliyor
kibar ve centilmen bir beyefendi iken anında acımasız kaba bir adama
dönüşüyordum.
Sanırım on altı yaşlarında olmalıydım. Benim için
verilen büyük bir baloya gidiyorduk. Aslında her ne kadar bu gösterişe
ve ihtişama meraklı olmasam da ailem saygınlığımız ve kız kardeşlerimin
de her birinin sosyeteye tanıtılması için bir fırsat olduğunu gitmemiz
gerektiğini söylemişlerdi. Çaresiz bende kabul edivermiştim, ya da o an
hissetmediğim üzerimde bıraktıkları psikolojik baskı ile kabul etmek
zorunda bırakılmıştım. Çakıl taşları ile çevrilmiş yolda yeni arabamız
ile ilerlerken aniden sarsıldığımızı hissetmiştim, annem bu sarsıntı ile
başını arabanın kapısına sertçe vurmuş ve bu acı ile gözünden yaşlar
gelmeye başlamıştı. Sanırım onun acısı benim içimide sızlatmıştı. Bir
kaç saniye sonra sebebini öğrenmek üzere arabacımıza atları durdurmasını
söylemiş ve büyük bir hızla basamaklardan atlayarak dışarı çıkmıştım.
Gördüğüm şey, yerdeki ufak yılan yüzünden korkan atlardı. Neden
sinirlendiğimi bilmiyorum, arabacının elindeki kırbacı sertçe çekiştirip
atın yüzüne hışımla indirmiştim. Aslında yaptığım koca bir aptallıktı,
çünkü bu arabayı çeken atların daha da hırçınlaşmasına sebep olmuştu.
Bana aptal bir ergenmişim gibi bakan arabacıyı da azarlamış ve onu işten
kovdurtmakla tehdit etmiştim. Eminim kendinden yaşça küçük olan bir
yeni yetmeden azar işitmek gururunu fazla okşamamıştır. Bu çok uzun
zaman önceydi biliyorum ama şu an hâlâ utanç duyduğum davranışlardan
sadece biriydi bu. Ben böyleydim işte bazen dengesiz ne yaptığını
bilmeyen kontrolsuz biri olabiliyordum. On sekiz yaşıma geldiğimde Laura
adında bir kızla evlendirilmiştim. Evlendirilmiştim diyorum çünkü bu
ilk başlarda hiçte benim isteğimle olan bir şey değildi, yinede onun
oval yüz hatlarına ve bu yüz hatlarını çevreleyen uzun örgülü saçlarına
ilk görüşte âşık olmuştum. Bebeksi masum tavırları ile beni kendine
çeken bir özelliğe sahipti. İnsanda kendisini korumaya dair garip bir
his bırakıyordu. Ve ben bu his ile bir süre sonra ona ciddi anlamda
tutulduğumu hissetmiştim. Zamanımın görücü usulü dedikleri bir şekilde
evlendirilmiştim. Laura ise bir İngiliz kızı olarak bana yüklü miktarda
çeyiz getirmişti. Gerçi ailemin tek önemsediği şey onun çeyizi ve
beraberinde getirecekleriydi. Benim umurumda olan ise onun sadece her
şeyi ile bana ait olmasıydı. Kalbi ruhu ve bedeni ile. Ve ben ona
sahiptim de onunda bana sahip olduğu gibi. Görkemli bir düğünümüz
olmuştu, büyük kilise salonunun kapısından çıkarken kilisenin
pencerelerinden beyaz elbiseler giyinmiş kız çocukları başımıza
papatyalar ve güller döküyorlardı. Kısaca her mutlu sonda olduğu gibi
bol güneşli ve muhteşem bir gündü. Şimdi ise o kiliseye giremediğimi
düşünmek bile beni hasta etmeye yetiyor. Lanetlenmiş bir ruh lanetlenmiş
bir beden bana göre böyle kutsal yerlerden uzak durmalı ve orayı
kirletmemeliydi. Ben sadece anılarım ile yaşamaya mahkûmdum bu lanetli
beden ile. O zaman gülümsüyordum kendim gibi soylu ve güzel bir kızla
evlendirilmiş ve o kıza âşık olmuştum şanslıydım evet. Ama şu an tek
yaptığım şey sevdiklerimin gözlerimin önünde yaşlanıp birer birer
ölmesini izlemek.
Evliliğimiz tam on yıl sürmüştü o zamanlar otuz
yaşlarında falan olmalıydım. İki oğlumuz ve ikide kızımız olmuştu. Ne
diyebilirdim ki sevdiğim kadın ile mutluydum ve ona olan aşkım korktuğum
gibi bitmemişti. Taaki! Bir gece vakti evimize yapılan baskına kadar.
Ne olduğunu anlamamıştım. O beyaz tenli garip kılıklı adamlar daha ben
yataktan doğrulmadan karımı elimden almışlar ve gözümün önünde
öldürmüşlerdi. Hiçbir şey yapamamıştım. Bana babamın yaptıklarını
ödediğimi söylemişlerdi. Karımı elimden alarak ödetmişlerdi bunu bana.
Ne olduğunu bilmiyordum, bunu Laura’nın cenazesinde siyahlar içerisinde
bir köşede duran babama sorana kadar. Babam birkaç yıl önce bir vampir
klanı keşfetmiş ve o klandan bir adamı öldürmüştü. Böyle bir şey
duyacağıma inanmazdım. Ben sıradan bir insandım, sıradan bir hayatım
vardı, büyüye, vampirlere, kurt adamlara dair hiçbir şey duymamıştım
daha önce. Bir an duyduğum bu söz ile sarsılmış, tenim kireç gibi
bembeyaz kesilmiş ve başım döndüğünde dengemi kaybedip Laura’nın mezar
taşına tutunmuştum. Babama bir deliymiş gözü ile baktığımda bu
gerçekleri inkâr edememiştim çünkü hayatım boyunca bir kez bile yalan
söylememişti babam. İşte tam o gün bunun intikamını alacağıma yemin
etmiştim. Çok eğlenceli bir hayatım yoktu elbette benimki sadece basit
bir dramaydı ve bu drama içimi kin ve nefretle doldurmuştu. O günden
sonra çocuklarımdan uzaklaşmıştım. Onlarla birlikte olamaz ve onlara
bakamazdım, kendimi aciz hissediyordum her biri bana sevdiğim kadını
hatırlatıyordu. Tam beş yıl boyunca karımı öldüren bu lanetli
yaratıkları şehir şehir ülke ülke dolaşarak aramış durmuştum. Sonunda o
gün geldiğinde aynı vampirle karşılaşmış ve onun tarafından bende onun
gibi lanetli bir yaratığa dönüştürülmüştüm. Bana bunu neden yaptığını
bilmiyordum, beni de Laura gibi öldürebilir, uzun bir yaşam vermek
yerine tamamen benden kurtulabilirdi ama bunun yerine bana ebedi bir
hayat vermişti ve ben hâlâ ondan nefret ediyordum. O günden sonra
tamamen hayatımdan çıktı onu bir daha hiçbir zaman bulamadım. Otuz beş
yaşıma girdiğim ilk gün, otuz kasımda bir vampire dönüşmüş doğduğum gün
aslında ölüp tekrar dirildiğim gün olmuştu. Çocuklarıma ne olduğunu tam
olarak bilmiyordum onları görmeliydim ama aradan geçen beş yıl boyunca
benden nefret etmiş olmalılardı belki de onlara benim öldüğümü
söylemişlerdi. Aslında yalanda olmazdı bu söyledikleri! Onları gizlice
ziyaret etmiştim, büyük oğlum ben gittikten bir süre sonra hastalanmış
ve bu hastalığa yenik düşüp ölmüştü. Buna daha fazla dayanamayacaktım
bir daha hayatlarına girip onların yaşamlarını berbat etmek yerine
tamamen uzaklaştım ve kendimi unutturmaya çalıştım.
İşte tam iki
yüz yıldır yaşıyorum ve her bir sevdiğimin büyüdüğünü yaşlandığını ve
öldüğünü gördüm. Küçük oğlum Samuel hayatta kalmayı başarmış yaşlanmış
ve ondan beklediğim gibi torunlarına olgun bir dede olmuştu. Kızlarım
başarılı adamlar ile evlenmişlerdi. Onları hep uzaktan seyrettim
yaşamlarına hiçbir zaman giremedim. Kendinden çok sevdiğin bir insana
sarılamamak ne demek bilirmisiniz? Onun kokusunu sadece açlık anlarında
hissetmek ve çıldırmak? Bunu kimse bilemez elbette sadece benim
yaşadıklarımı yaşayan biri anlayabilir. Ama yaşadığımı yaşayabilmek için
sadece deli olmanız gerekir. Uzun zamandır yalnızım, sevdiklerimi teker
teker kaybettim. Uzun bir süre sonra küçük torunum Samuel’e rastladım. O
ailemizin diğer üyeleri gibi sıradan biri değildi. Büyük büyük babası
Cecil Lawrence gibi sıra dışı biri olmuştu. Bir büyücü olarak sihir
dünyasına adım attığı ilk yılları kendisi gibi büyücüler arasında eğitim
görmüş ve bir seherbaz olmuştu. Bundan iki yüz yıl önce bunun ne demek
olduğunu bilmezdim ama şu an yaşadığım zaman boyunca ne olduğunu,
büyünün sihrin ne kadar güçlü olduğunu öğrenmiş bulunmaktayım. Hayatımı
yaşadıklarımı bir kaç kağıda sığdıramam sanırım. Benim tek istediğim
beni anlayabilecek birilerinin olması ve yalnızlığın ne kadar çileden
çıkarıcı bir kavram olduğunu anlamaları. Uzun zamandır yalnızım. Ama
artık biri var hayatımda Ophelia... Onun eski karıma benzediğini tıpatıp
aynısını olduğunu daha önce yazmış mıydım bilmiyorum. Sanırım şu an
kendimde bu gücü bulamıyorum. Bu hikayeyi daha sonra anlatmalıyım.
Cecil - Yalnızlık ve Kayıp Ruh.
Parmakları
kâğıt üzerinde kayarken mürekkebin elinde leke bıraktığının farkında
değildi. Büyük parşömen kâğıdını katlayıp yerine büyük konsolun alt
tarafına yerleştirilmiş çekmecelerden birine sıkıştırdı ve bu çekmeceyi
küçük bir anahtar ile kilitledi. İç cebine yerleştirdiği anahtarın
soğukluğunu üzerinde hissediyordu. Odaya yerleştirilmiş aynada son bir
kez yüzüne baktı. Kaşları çatılmış gözlerine her zamankinden biraz daha
fazla gölge düşmüştü. Anılarını bir kağıt üzerinde paylaşırken
rahatlaması gerekirdi ama tam aksine yine sinirsel krizlerden birini
yaşamaya başlamıştı. Bu çokta hayra alamet değil gibiydi. Yan odadan
gelen sesi duydu. “Cecil bırak da gideyim” Ophelia’nın
sesi kulaklarında bir çınlama haline bürünmüştü. Onu hiçbir zaman
bırakmayacaktı. Ophelia’nın Laura olmadığını anladığında deliye dönmüş
ve ona biraz zarar vermişti. Aklını kaybetmiş kaçık bir adam tarafından
kaçırılan kızın yan odada ne hissettiğini bilmiyordu. Sadece onun
kanının kokusuna daha fazla dayanamayacaktı. Sonunda kendini tutmaktan
vazgeçip kapıyı hızla açtı ve onun dağılmış saçlarını geriye doğru
iterek kanını içmeye başladı. Boynu gittikçe geriye doğru düşmeye
başlamıştı onun ağlamak üzere olduğunu hissediyordu bunun uzun zamandır
ona çektirdiklerinden mi yoksa başka acılardan mı kaynaklandığını
anlayamadı. Ophelia Laura değildi ama onda sevdiği kadının tadını ve
kokusunu alıyordu. Ona benziyordu, her şeyi ile saçları, duruşu,
gülümseyişi, kızdığında Laura’nın verdiği tepkilerin tıpatıp aynısıydı.
Hafifçe hıçkırdı ağlayan Ophelia değil kendisiydi. Onun omuzlarını
kavrayan elleri kasılmıştı. Gözlerinden kanlı gözyaşlarının onun üzerine
doğru aktığını hissedebiliyordu. Ophelia’nın kanını tüketirken
Laura’nın anıları benliğine doluyor Ophelia’nınkiler ile birbirine
karışıyordu. Evet, Ophelia’nın anılarını hissedebiliyordu onun bedeni
soğudukça ve tükenmeye başladıkça, her bir anısı zihninde canlanıyordu.
Gülümseyen Ophelia, ağlayan acı hisseden yalnızlık duyan ve âşık olan
Ophelia. Şiir gibiydi genç kızın kanı dudaklarından aktıkça anılarını
hissediyordu. Onun kanında kurbanlarında olmayan bir güç vardı. Ne
yapıyordu ona böyle? Birden kendini garip hissetmişti. Ne suçu vardı?
Bir kez daha acı ile hıçkırdı uzun zaman sonra karısının ölümünden sonra
ilk kez ağlamıştı Cecil. Sonunda Ophelia’nın soğuyan vücudundan
uzaklaştı. O ölmemeliydi. Hafifçe uzaklaştı kendi boynunda küçük bir
kesik açtı ve ona kendi kanından içmesini söyledi. “Yapamayacağım, sana
daha fazla zarar veremem, gözlerini aç Ophelia “ dedi bu bir emirden
ziyade bir ricaydı, son kez onun bedenini kolları arasında sıkıca tuttu.
Neden birden bire onu hayata geri döndürmeyi istemişti bilmiyordu.
Boynuna değen dudağını hissetti.
--[color=gray]Ne
diyeceğini bilemez bir halde susup kaldı. Onun üzerindeki etkisinin
geçmesini bekliyordu. Paramparça etmişti tüm hayallerini, yaşamından onu
uzaklaştırmış kendi gibi lanetli bir yaratığa dönüştürmüştü. Suçu neydi
peki? Buna cevap olarak Laura’ya benzemek diyebilirdi. Onunda
kendisinden kopacağını hissetmişti. Bütün sevdikleri gibi yaşlanacak
ölecek ve bedeni toprağın altında çürüyüp gidecekti. Her bir ölümü
gördükten sonra bu kadar anormal derecede ölümden nefret etmek olağan
dışı değildi onun için. Ya kendiside ölmeli ya da oda kendisi gibi
ebediyeti tatmalıydı. Tatmalı ve bir gün çıldıracak derecede yaşamanın
ve bu yaşamın yalanlarla dolu olduğunu görmek ne demek bilmeliydi.
Cecil’in ruhu günahları ile her geçen gün biraz kirlenirken yalnız
kalmaktan korktuğunu nasıl söyleyebilir nasıl haykırabilirdi?
Bahsettikleri cenneti hiçbir zaman göremeyecekti. Bu hakkını birçok cana
kıyarken kaybetmiş değimliydi zaten… Anlayacak mıydı kendisini,
hissettiklerini hissedecek aklından geçenleri bilecek miydi? Ophelia
için bu şimdilik imkânsızdı belki ileride bir gün kendisini anlardı ama
şu an bu imkânsız gibi bir şeydi bu. O kendisinden nefret ediyordu ama
emindi ki ileride bu duygularından eser kalmayacaktı. Zaman her şeyi
öğretecekti ona kendisine öğrettiği gibi. En azından kendini buna
inandırmaya koşullamıştı. Ondan kendisini sevmesini nasıl bekleyebilirdi
ki, az önce hiç istemediği bir şeyi zorla yapmışken. Bir mezarlığın
ortasında duruyormuş gibi hissetti kendini, loş, rutubetli ve iç sıkıcı.
Bütün ölüler dirilmiş kendisinden nefret ettiğini söylüyorlardı sanki.
Her bir kurbanının sesini kulaklarında duyar gibiydi.
“Senden nefret ediyorum.” Farklı tonlarda farklı sesler kadınlı erkekli birbirine karışmış
gibiydi. Buna Ophelia’nında sesi karışmış ve yine o histeri dolu
anlardan birini yaşamaya başladığını hissetmişti. Onun kendi kanının
tadına yeteri kadar baktığına kanaat getirdiğinde uzaklaşmıştı. İlgi ile
kısılmış gözlerini üzerine diktiğinde genç kızın dudağının üzerinden
akan kana takılıp kaldı bir an, onun bu halinin ne kadar çekici olduğunu
düşünmemişti daha önce. O nefret ettiğini söylerken bu sözleri bir an
umursamaz gibi oldu.
O kendisinden uzaklaşırken Cecil bir avcının
avına yaptığı gibi dikkatlice küçük adımlar ile yavaşça yaklaştı.
Kışkırtmak veya bir değişimi üzerinden yeni yeni atlatmışken onu iyice
zıvanadan çıkartmak istemiyordu. Ophelia’ya uzanıp biçimli ufak ellerini
hafifçe tuttu tenini ve kendi avuçları içerisinde kaybolan ufak ellerin
zarifliğini aynı anda gücünü hissetti. Sadece bir an verdiği karar ile
onun hayatına bu şekilde son verdiği için üzüldüğünü belirtmek
istiyordu, son vermişti ama ona aynı zamanda güçlerini de bahşetmişti
nasıl bir varlığa dönüşeceğini henüz bilmese de olağan üstü olacağından
emindi. Bu duraklama anı geçince kendi ellerini geri çekip boynunu
yavaşça kavradı ve dudağının üzerinden akan kanı emdi. Gözleri bir an
kan kırmızımsı renk almıştı genç kızın dudağına bakarken. Ophelia’nın
bunu fark edip etmediğinden emin değildi. Kanın şehvetini hissettiğinde
onu gerçek anlamda öpmeye başladı, çılgıncaydı, aptalca belki de bu
halde sinirli iken onu bu şekilde öpmesi saçmaydı. Yinede kendisini
engellemedi bu düşünceler. Dudağındaki kanın tadına bakarken aynı
zamanda onun henüz yeni soğumuş dudağının yumuşak tadına da bakıyordu.
Ve bitti hızla geri çekildi, boşlukta salınıyormuşçasına durdu bir an
için. Bu hiçte iyi değildi çünkü Ophelia beklediği etkiyi bırakmamıştı
kendisinde ondan nefret edeceğini düşünüyordu. Laura’yı öptüğü ilk
günlerdeki gibi hissedeceğini değil. Cecil’e ne yaptığının farkında
mıydı acaba? Şimdi gerçek anlamda kızmıştı işte.
Aptalca bir inat
ile ondan uzaklaşabilir ve kendi yalnızlığına dönebilirdi “Biliyor
musun böyle hırçınken çok daha güzel oluyorsun” dedi. Beklenmedik pekte
neşeli olmayan histeri dolu bir kahkaha attı. Bunu daha çok o an
hissettikleri yüzünden yapmıştı. Ophelia kendisine acıyı tattırıyordu bu
öpücük ile atmayan ölü kalbine yeniden yaşam vermiş kirlenmiş ruhu bir
kez daha hayat bulmuş gibiydi. Saçmaydı, bu tarz melodramlardan
hoşlanmazdı. Tipik dramları yaşamaya alışkındı ve bunların içerisinde
hisleri zamanla çürümeyi ve yok olmayı öğrenmişti. Şimdi ne hakla
Ophelia tekrar diriltirdi bu duygularını. Ona bu yüzden kendini zayıf
hissettirdiği için kızgındı, kimseyi sevemezdi Cecil hiçbir zamanda
sevmeyecekti, yinede ona doğru dönmüş çatılmış kaşları ve kızgın yüz
hatları ile konuşurken gözleri bunun tam aksini söylüyordu. “Beni
öldürmek istiyorsun biliyorum ama bunu anca ben uykudayken yapabilirsin.
Sanırım o durumda biraz zor olacak. Neden mi? Birincisi senden iki yüz
on yıl daha yaşlıyım ikincisi benden nefret ederken aynı zamanda beni
istiyorsun, üçüncüsü şu an çevrende senin gibi olan bir tek ben varım ki
bana bir şey yapmaya kalkışırsan tek başına kalır yalnızlığın ne demek
olduğunu tadarsın benim gibi. “ genç kızın bir an için hırçın sert
tavırlarından haz duymuş olsa da Cecil’inde ondan aşağı kalır yanı
yoktu. Küstah ve kendinden emindi.
Onu ilk gördüğünde çok
şaşırmıştı. Adının Ophelia olduğunu öğrendiğinde verdiği tepkide bir
öncekinden farklı değildi. Kanının kokusu unutulmuş duygularını
dürtüklerken onu gizlice izlemeyi ihmal etmemişti elbette. Kaderinde
vardı o ve onu tüm benliği ile yaşamalıydı. Varlığını hissettiğinde
verdiği tepki şu anki ile aynı dengesizlikteydi. Laura gözlerinin önünde
öldürülmüş ve cansız bedeni mermer zemin üzerine bırakılmıştı. Onu bir
kez daha loş sokakta kendisinden habersizce ilerlerken seyretmenin tadı
farklıydı. Sevdiği kadını bir kez daha görmüştü o ölmemişti. Bir kez
daha hayattaydı. Ama tüm bu düşünceler anlamsızdı. Laura sıradan bir
insandı bir kez ölmüşken tekrar nasıl hayatta olabilirdi ki? Bu
aldatmacaya anlama getiremese de sevdiği kadını bir kez daha görmenin
büyüsüne kapılıp gitmiş ve zihnindeki kuruntular yok olmuştu.
Ophelia’nın o olmadığını öğrendiğinde ise bu duruma bir son vermeyi
düşünmüştü. Ophelia tamamen çıkmalıydı hayatından, nasıl olurda sevdiği
kadının bedenini taşırdı? Bir başkası onun hastalıklı olduğunu
söyleyebilirdi bu düşüncelerini okuyor olsaydı ama kim nerden
bilebilirdi ki ne çektiğini veya ne hissettiğini? Genç kızı kimseye
belli etmeden, zorla kaçırıp da bu eve tıktığında ona dokunamadı ilk
başlarda. Onu her gördüğünde biraz daha çıldıracak gibi olsa da bir
müddet sonra bu duruma da alışmasını öğrenmiş ama bu zaman zarfı
içerisinde zarar vermiş, canını yakmış ve Ophelia’nın kendine olan
güvenini zedelemişti. Bir kez daha yanaştı ona, herhangi bir tepki
vermesine fırsat bırakmadan. Çenesinden tutup dikkatlice baktı yüzüne
tıpatıp aynısıydı.
Çok fazla sürmedi bu hareketi elini geri
çekti. ‘Ophelia!’ şiir gibi bir ada ve şiir gibi bir yüze sahipti.
William Shakspeare’in Hamlet şiiri döküldü dudağından. “Sevgisinin
kepaze edilmesine, kanunların bu kadar çabuk yürümesine, kötülere kul
olan iyi insanın bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken? Kim ister
bütün bunlara katlanmak. Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek,
ölümden sonraki bir şeyden korkmasa, O kimsenin gidip de dönmediği
bilinmez dünya ürkütmese yüreğini? Bilmediğimiz belâlara atılmaktansa
çektiklerine razı etmese insanı? Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor yürekten gelenin doğal rengini. Ve
nice büyük, yiğitçe atılışlar yollarını değiştirip bu yüzden, bir iş,
bir eylem olma gücünü yitiriyorlar. Ama sus, bak güzel Ophelia geliyor.
Peri kızı dualarında unutma beni ve bütün günahlarımı.” Hamlet’in
sözlerindeki Ophelia’ya birebir uyuyordu genç kız ve kendi düşünceleri
işte bu yüzdendir ki sevmişti bu şiiri. Düşüncelerinin kendisini ele
geçirmesini engelleyip bir kez daha konuştu bu sefer sesi biraz daha tok
ve sakin çıkmıştı. “Gidelim peri kızı, bana olan nefretini daha sonra
haykırırsın.” Onu nereye götürdüğünü biliyordu. Ophelia’ya ilk kurbanını
sunacaktı. İlk kanı tatmanın ve öldürmenin nasıl bir şey olduğunu
öğretecekti. Kendinden tiksinebilirdi belki ama o gecenin efendilerine
sunulan kurbanların tadına bakmanın hazzına kavuştuğunda tüm bu
hislerden kurtulacak ve zamanla alışacaktı. Odanın kapısını açtı ona ilk
kez özgürlüğü sunuyordu. Yeni doğmuş bir vampir olmanın tüm
özelliklerini üzerinde taşıyan Ophelia’ya baktı, saçları normalden daha
güzel ve parlak teni daha diriydi. Gözleri ise yeni başlayan açlığın
kırmızımsı parıltısı ile parlamıştı. Dar küçük basamaklardan
indiklerinde geceye ilk adımlarını atmışlardı.