Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Julian Belcourt
Oyuncu
 Oyuncu
Julian Belcourt


Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 22/01/11

Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Empty
MesajKonu: Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.   Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimeCuma Haz. 24, 2011 1:42 pm

    “Hayattan beklediklerin gibi, arkadaşının seninle buluşma arayıp saatlerce beklediğin gibi ya da telefonunda herhangi bir ‘etklinlik’ gerçekleşmemesine rağmen telefonun ekranından bakışlarının ayrılmaması gibi. Günümün tamamını “Kilidi aç” yazısının cazibesiyle geçirmiştim ve bu yazı öyle iticiydi ki- NEDEN SONUNDA NOKTA YOK? Neden? Zaten hiçbir şey istediğim gibi olmazdı, hayır, bu defa bu bahaneye başvurmayacaktım. Ama, arayacağını söylemişti. Adres için, en azından. Aslında, aramıştı da ama her ne olduysa bir an da konuşmayı kesip homurdanmış ve “5 dakika sonra seni tekrar arayacağım.” demişti. Ses kesilmeden önce homurdanışının telefonda patlayışını dinlemiştim ve sonrasında da telefonu büyük ihtimalle bir yere bırakıp gitmişti, kapattıktan sonra saniyeler hızla geçti. Beş dakikayı harcamak için yapacaklarım tabii ki vardı, örneğin- Hiçbir şey yapmadan beklemek gibi. Bekledim ve bekledim ve bekledim. Sonuç? Keşke “Beş dakika içinde seni arayacağım, eğer aramazsam bu mesajı tekrar oku.” gibi bir mesaj atıp bir döngü başlatsaydı. Kesinlikle ve kesinlikle buna kanacak kadar aptaldım, ne olduğundan emin değildim ama- Neden bu kadar çok umursuyordum? Neden bir anda her şeyin odak noktası o olmuştu? En azından son 48 saatimin, ya da 2 günüm, ya da deli gibi düşünerek geçirdiğim 2880 dakika, ya da büyük hayaller dahi kurmama neden olabilecek rüyalarla dolu 17280 saniyem. Hayal kurmakta iyi olmadığım için mesleğimi seçmiştim, hiçbir zaman bir şeyi yaratmıyordum. Yaptığım şey yalnızca bir taklitten ibaretti, kâğıttaki karakterin bir kopyası. Sözlerim dahi ben bulmuyordum, senaristler kafa patlatıyordu bu konuda. Dilimden döküleni onlar belirlerdiler. Ya da, olmasa dahi herhangi bir uyum ben oldururdum. Ama Julian Belcourt olan ben değil, karakter. Bu yüzden acınası kişiler değildiler benim gibi. Şey, “benim gibi yani acınası kişi olmayan kişiler” değil. Acınası kişi bendim, onlar benim gibi değillerdi. Evet, her şey açıklığa kavuştuğuna göre-
    AH, EKRAN! EKRAN AYDINLANDI! TİTRİYOR! Üzgünüm, çok üzgünüm. Ama hayır. Ben telefonun nasıl titrediğini düşünene dek kim bilir kaç dakika daha geçti. Aramadı, HAYIR HAYIR HAYIR. BAŞA ALALIM.”

    Ancak, maalesef, bütün gününü sette geçirmek zorunda kalmıştı. Konuşmalar yaşanmıştı, aradığında 5 dakika sonra araması gerektiğini söylemiş ancak ne Julian 5 dakika sonra telefonu açabilecek bir vakte sahip olmuş ne de o aramıştı. Akşam, havanın karardığını tahmin ediyordu, artık eve gidebileceği anlamına gelen asistanın sevinç çığlığıyla odasına çekilmişti. Herhalde Hogwarts’taki süpürge dolapları bundan daha konforluydu. En azından hava delikleri olduğundan adı gibi emindi. Sahi, adı neydi? Her neyse.
    Telefonunu henüz liseye devam ettiğinden emin olduğu ve adını Lisa ya da Lily olduğunu sandığı kızdan aldıktan sonra, dışarıya çıktı. Koridorda, o çirkin duvar kağıtları arasında ilerlerken ne yapabileceklerini bilmiyordu. Aslında amaçları ufak bir öğle yemeğiydi. Ancak olmadı, belki yarın? Hayır, yarın hiç mi hiç olmazdı. Yarın üniversitelerden birisiyle görüşme yapacağını söylemişti, ortalaması tutan tek okul vardı zaten. En azından kabul edildiğinden emin olduğu tek okul olduğunu söylediğini hatırlıyordu, gerçi kendisi bu konuda kafa yormuş olsa herhalde burada olmazdı. Erguvan desenleri arasında, sahi, bu rengi kim seçmişti? Loş ışığı sağlamak için iğrenç bir ton kullanmış ardından da florasanları ışığını kısmışlardı. Pencereler yoktu zaten, pencereler dikkat dağıtırdı, pencereler ışığı bozardı, pencereler- Pencerelerden atlayabilirdi. Keşke-
    Telefon birkaç kez daha çaldı ve nefes nefese kalan bir ses açtı, gene bir şeyden kaçmış gibiydi. Neler oluyordu bilmiyordu ama tahminlerinin ikisi de kendisi için hiç mi hiç iyi değildi. İhtimallerden birinden büyük ihtimalle zevk alıyordu sesin sahibi, görüntüyü aklından sildi, gerçi o durumdayken niye telefonu açmaya koşardı ki? Bu ihtimal de görüntüyle birlikte kayboldu düşüncelerinden. “Merhaba.” dedi, karşılık beklerken.



En son Julian Belcourt tarafından C.tesi Haz. 25, 2011 8:22 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Miller
Harvard | I. Sınıf
 Harvard | I. Sınıf
Alex Miller


Mesaj Sayısı : 81
Kayıt tarihi : 05/02/11

Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Empty
MesajKonu: Geri: Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.   Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimeC.tesi Haz. 25, 2011 3:32 am

Tırnaklarını kullanarak kapıyı çalması gibi gelişi de oldukça korkunçtu. ‘Yalnızca bir geceliğine’ kavramından kurtulamamıştı herhalde, yarın sabah evine dönmüş olurdu ancak neden burada olduğunu bilmiyordum. Beni kontrol ettiği bir gün müydü bilmiyordum ama herhalde yalnızca benim için gelmemişti. Bu ihtimalin aksine bu sabah yüzündeki gülümseme silinmiyordu, yalnızca benim için gelmiş olsaydı... Kahvaltı etmediğimi görünce rahatlamış olmalıydı, ya da henüz yatakta olmamam sayesinde koridorda bir görevli aramak zorunda kalmadığındandı keyfi. Ama hayır, böyle küçük şeylerle memnun edemezdiniz onu. Hayatta kalmış olmam yalnızca düzenin bir parçasıydı, ölseydim eğer- Bunu kendisine yakıştıramazdı. Suni olsa da sözleri, sahici olduğunu sanabilirdi herkes: “Uzun zamandır bu haldeydi, sanırım geçirdiği depresyon yüzünden. Kendini pek de iyi bakamıyordu zaten. ” Ah, sanki kendimle yüzleşmiş gibiydim bu sözleri geçirirken aklımdan. Ölseydim, bu söyleyecekleri tamamen gerçek olurdu kendi bilmese dahi. İntihar biraz da teslim olmak gibiydi; o kadar da acınası bir durumda değildim, değil mi? Kendimi avutmaktan vazgeçsem her şey daha iyi olurdu, ama bu da bir teslimiyetti. Her şeyi kabullenmem bir teslimiyet olsa dahi bunu yapacak kadar akıllıydım herhalde, ama söylediğim gibi yalnızca ‘herhalde’.
Takma tırnaklardan vazgeçmemiş olacaktı ki, kapıdaki tok ses dikkatimi ister istemez çekmişti. Telefonu kapatamadan elime geçmiş tüm teknolojik aletlerin büyük ihtimalle üzerinde bulunduğu masaya bırakıp koşuşturmak zorunda kalmıştım. Yatağın üzerini alelacele kapatmam ve dün gece itibariyle yemeye son vermeye karar verdiğim abur cubur paketlerini -tabi ki daha öncesinden, daha önceki günlerden kalmışlardı- toplamak için birkaç saniye harcadım. Yatağın başucundaki kitapları umursamayacağını düşünerek kapıya koşuşturdum. Haftalar boyunca kapımı çalan tek kişi o olurdu: Ms. Miller. Onun soyadını kullanıyor olmam da ayrı bir sorundu zaten. Bunu kendisi benden çok istemişti, neden bunu yaptığı da ayrı bir muammaydı zaten. Babamın tüm varlığından kurtulmak istemesi mi yoksa yalnızca soyadın devam etmesi mi emin değildim. Gerçi soyadımın pek de hoş bir yanı yoktu. Miller. Miller. Neyse ki Wentworth Miller artık o kadar da gündemde değildi. Sienna Miller’ı ise aklıma dahi getirmek istemiyordum. Jude Law ile neden ayrılmışlardı ki? Natalie Portman’ı aklıma getirmek bile istemiyordum, gerçi soyadıyla ilgim yoktu ama Jude Law vardı. Bir de, Hayden. Bu listeyi uzatmadan önce kendime gelmeliydim, bunun için de annem yeterliydi gerçi.
Koltuktaki geçen mevsimden kaldığını sandığım battaniyeyi çekiştirip oturduğunda beklediğimden daha rahattı, belki de ilk defa. Yüzündeki memnuniyetin nedeninden de emin olamıyordum tabii ki, belki de üniversite için tek seçeneğimin onun yanına dönmek olduğunu sanıyordu. Ya da başka bir eyalet, her şeyin rayına oturacağından emin gibiydi. Asla istediği gibi olmazdı, istediği gibi olmasını istemiyordum, bu defasında da istediği gibi olmayacaktı. İlk başta çaremin yatılı okul olduğunu düşünmüş, beş sene boyunca beni yatakhane, yemekhane ve okul üçgeninde yaşatmış ardından da yanına çağırıp artık iyileştiğimi söylemişti. Sanki tek sorun notlarımmış gibi, ders çalışmak için iyi bir yaş değildi benim için. Yıllarımı ders çalışarak tüketmeyecektim, sonuç neydi? Herkesi aynı şey bekliyordu ne de olsa, ben yalnızca tahammül sınırlarımı zorlayacaktım. Onun için değil, kendim için. Bir de yetmiyormuş gibi dönem yarısında beni güya ‘daha iyi bir eğitimle geleceğini garantilersin’le buraya taşımıştı. İlk yılım kuzenimle geçmiş, ikincisinde dairede yalnız kalmış ve bu yılımı da dönem başlarken alınan kararla otelde geçirmiştim. Tüm paranın kendi babasından geldiği gerçeği vardı, herhangi bir gün işe gittiğini görmemiştim. Belki de burayı sevmemeye karar vermesinin nedeni de buydu, burada kalırsam aileden ayrılacak ve kendi paramı kendim kazanmam gerekecekti. Düşündüğümden zordu, ancak o benden daha acemiydi bu konuda. Yaşlarımızı oranlarsak, evet, kesinlikle benden daha acemiydi. “Her şeyi senin için yapıyorum.” larından vazgeçmişti neyse ki, tek amacı kalmıştı geriye. Yanına dönmem, zaten bu sayede git gide ona benzeyeceğimi biliyordu. Aramızdaki farkların vücuduna yaptığı eklemelerden oluştuğu gerçeği vardı hem, ona benzemem için öncelikle takma tırnaklardan ve o çirkin saç boyasından kurtulmalıydı. Ve lensler, lensleri unutmayalım.
“Kahve ister misin?” ile başlattığım sohbet tabii ki tatmin etmemişti onu aynı kahveden memnun kalmayışı gibi. Ne bekliyordu ki? Buraya gelirkenki amacı ‘biricik’ kızıyla büyük bir zevk alacağı birkaç saat miydi? Ya da kahve? Peki tütün? Ona geçen aylardan kalan paketleri sunsam herhalde hiçbir şekilde etkileyemediğim keyfini biraz olsun artırabilirdim. Sigarayla olan ilişkim kışın son bulmasıyla bitmişti, ‘başımı döndürüyorsun’u bir gözlüğe söyleyemeyeceğim gibi herhangi bir sigaraya da ‘nefesimi kesiyorsun’ dediğim hiç de olağan olmazdı. O günleri görmek istemediğim için sanırım vazgeçtim, bir kez daha.
Karşısına oturmadan önce telefonu aldım, tek kişilik koltuktaki hâkimiyeti düşündüğümden uzun sürecek gibiydi. Her zamanki günlerini anlatmaya başlamadan önce kahvesini bitirmişti, bu kahveyi beğenmediği anlamına gelirdi ki keyfini çıkarmak için bir saat ayırmamıştı. Ellerimi birbirlerine kenetleyip bacağımı bir diğerinin üzerine atmıştım, onu dinlemediğim zamanlarda başparmaklarımı birbirlerinin etrafında gezdirdiğimi hala anlamamıştı. Bazen bunu oldukça belirginleştiriyordum ama o hala bunu saçma sapan bir alışkanlığımmış gibi görüyor olsa ki aldırış etmiyordu. Ama onun büyükannemi ziyaretini ya da hafta içinde katıldığı buluşmaları dinlemedim, hep aynı konulardı ve sırası da aynıydı. Ne anlattığını soracak olsa tahminlere gerek duymaz ve sözlerini anlatabilirdim herhalde, ah, bunu denemek isterdim.
Fark etmedi, her zaman olduğu gibi fark etmedi. Devam etti konuşmaya ve aşağıya, yemeğe indik. Geri döndüğümüzde de aynı şeyler yaşandı, telefonuyla oynadı. Parmakları klavyede gezinirken kıkırdıyordu artık ekranda ne okuyorsa, bir sevgilisi mi vardı bilmiyordum ama bu onun için oldukça olağandı. Ayrıldığı dönemlerde erkekleri kötüleyip duruyor, bir ilişkiye başladığında ise bu konuyu konuşmaları arasından çıkarıyordu. Bir de geçen yaz, adını tam olarak hatırlayamadığım ama kendisinden oldukça genç olan birisiyle tanışmamı istemişti. Yemeğin yarısında odama çekilmemi yadırgamamıştı sohbeti iyice dağıttığım için. Aralarındaki yaş farkı ne kadar büyük olursa o kadar uzun sürüyordu birliktelikleri, birkaç sene içinde yaşıtlarımdan birisiyle tanıştırılacağımı görüyor gibiydim. Bu olabilirdi, eğer sohbetleri telefona taşınmışsa kesinlikle olabilirdi. Annemin geçen seneye dek cep telefonu olduğunu bilmiyordum bile. Yani, mesaj yazabildiğini. Ama sonra ara vermeye karar vermiş olacak ki söylevine devam etti, gelecek senenin çok iyi olacağını- Ve telefon.
Sözlerdeki “Do what you want but you're never gonna break me.” sanki ona ithaf edilmişti, ismi görsem dahi açmadan önce telefonu kulağıma dayayıp bir şeyler mırıldanıyormuş gibi yaptım. Zaten tüm telefon görüşmelerim “Alo, tamam, iyi, çok iyi, tamam, tabii, tamam, tamam, daha iyi, tamam.” ile geçtiği için pek de dikkatini çekmeyecekti. Herhalde ilk defa işime yaramıştı şu telefonu sessize almamı sağlayan tuş. İçeriye geçtiğimde ise telefonu açtım, kendimi yatağa attığımda –kesinlikle sigarayla ilgisi yoktu- nefesim kesilmişti. Gülüşlerimi sakladığım içindi belki de. Ben soluklarımı düzene sokmaya çalışırken arayan kişi yalnızca dinlemeye devam etmişti, sesini duyduğumda ise artık nefes alabiliyordum. “Çok iyi bir zamanlama. İyi bir zamanlama. Mükemmel bir zamanlama ve lütfen, işinin olmadığını söyle, benimle buluşabilir misin? Sanırım daha fazla dayanamayacağım, annem düşündüğümden daha öldürücüymüş. Ve bugün ölmek istemiyorum, lütfen. Lütfen. Lütfen.” Sesimi alçak tutmaya çalışsam dahi sevincimi saklayamıyordum.



En son Alex Miller tarafından C.tesi Haz. 25, 2011 8:36 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Julian Belcourt
Oyuncu
 Oyuncu
Julian Belcourt


Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 22/01/11

Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Empty
MesajKonu: Geri: Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.   Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimeC.tesi Haz. 25, 2011 5:39 am

    Kaldırımda ilerlerken telefondaki sözlerini hatırladı, yüzündeki ifade ister istemez değişti. Bazen bundan şikâyetçi oluyordu, fikirleri yüzünden etkileniyordu suretine yansıyanlar. Hükmedemiyordu buna, gerçi işine de yarıyordu. En azından işinde, hayır, yalnızca işinde bir şey sağlıyordu ifadelerinin değişkenliği. Aradığındaki birbiri ardına sıraladığı sözlerinden sonra gülümsemesi git gide genişlemişti aynı şimdi olduğu gibi. Teklifine gelince, olağan bir vakit harcama mekânı görülebilirdi: “Central Park? Taksiyle gelebilirsin, en fazla yarım saat sürer.” Yeşili sevdiğini söyleyemezdi ama bu uzaklaşmanın ayrı bir yolu gibiydi, belki. “Ardından belki bir şeyler yiyebiliriz, ama sanki şimdi saat biraz erken.”
    O evden ayrılanana dek yürüyebileceğini düşünmüştü, trafiği de katarsa ancak yirmi dakika içinde gelebilirdi buraya. Kendisi içinse, on beş dakikalık bir yürüme mesafesi. Sabah taksiyle evden ayrılmış olmasına şükrediyordu şimdi, gürültüden sıyrılmıştı bir şekilde yürümeye devam etti. Kulaklıklarını taktığında en güzel havaya büründü gün, boynundan damlayan ter damlası hariç. Birkaç şarkı sonrasında çoktan varmıştı istediği yere, şehrin yarı yarıya boş olmasının zevkini çıkartabilirdi.
    Havanın tamamen kararmış olmasını yeğlerdi günbatımına. Güneşin hala varoluşu sıcağı getiriyordu yanında ve nefret ettiği tek mevsimdi yaz. Ne ilkbahar gibiydi ne de kış. Kışları en azından korunabiliyordu soğuktan, belki bir palto. Tişörtünün üzerine bir gömlek geçirse sonbaharı atlatırdı, yaz daha riyakârdı diğer her mevsimden. Gün güzel, çiçekler açmış, tatilin hazır ancak sıcak. Menopozun doruklarındaki kadınları şimdi daha iyi anlayabiliyordu, ayak bileğini diğer bacağının dizine yerleştirdi. Kollarını bankın ardına yasladı ve iyi yana açtı. Başı düştü geriye, gözlerini açmakta zorlanıyordu artık. Ufuk çizgisinde yarılanan güneşi göremeyecek kadar kalabalıktı şehir, burası bile. Ağaçların ardından duyabiliyordu şehrin sesini. Trafiğin günün her saati vazgeçmiyor olması da yoruyordu kendini, ama bugün güzeldi. Yorgun olsa dahi, çok güzeldi. Ama hayır, henüz değil.
    An itibariyle önündeki altı ay boştu, tek işi dahi yoktu. Belki Sylvie Testud ile tanışmak, yalnızca o. Başka hiçbir şey değil, zaten o da işin gerekliliğinden çok istediği bir şeydi. Sylvie Testud! Senaryodan henüz ‘tam olarak’ haberdar değildi ama, olsun, Sylvie Testud!
    Doğruldu ve cebindeki telefonu aldı eline, silikon kap ile oynarken ne yapacaklarını düşündü. Ne yapacağını düşündü, çoğul değil, yalnız, tek başına. Televizyonu aradığında yalnız olacaktı, televizyonun üstündeki giysi yığınını toplarken yalnız olacaktı. Belki de yalnız olduğu evinde giysilerini yerleştirebileceği herhangi bir dolap yoktu. Takımlarını evdeki bilumum çıkıntılara asmıştı, genellikle kapı kolları askıları daha iyi tutuyordu. Pencerelerde ise ağır olmayan şeyler asılı olmalıydı, yoksa kulp dönüyor ve asılı olanlar yere düşüyordu. Yakın zamanda ya eBay’e girip evini düzenlemesi için bir robot satın almalı ya da birisini bulmalıydı, dünkü planının aksine buzdolabı değil evi doldurmalıydı. Ev boş olduğunda buzdolabına da ihtiyacı olmuyordu, mutfak ne kadar dolu olursa olsun evde durmuyordu ki.
    Bir de kitaplar. Evde tek kitap dahi yoktu, hafta başında kapıcının bıraktığı broşürler hariç. Bir de birkaç dosya vardı, birkaç metin. Ciltleri olmadığına göre kitap sayılmazdı, ah, dün nasıl olduysa alışveriş torbalarına giren yemek tariflerinin bulunduğu kitap ‘kitapsızlık’ı bozuyordu! Gerçi ne zaman aldığını bilmediği karara göre evlenene dek yemek yapmayacaktı, evlenmeyeceğine göre de… İç çekti ve yalnızca nefes almaya devam etti bankın diğer tarafına oturan kişi dikkatini dağıtana dek. Düşüncelerindeki düzeni sağlamaya çalışırken bu hiç mi hiç adil değildi, ona baktığında gülümsedi. Gövdesini ona doğru çevirdi ve dinledi. Üzerine beyaz bir elbise giymişti, elindeki çantayı kucağına bıraktı. Saçlarına gitti parmakları gene, “Merhaba.” diye mırıldandı Julian da. Gene. Kolunu bankın ardına yasladı ve bacaklarından birisini kendisine doğru çekti. Güneşe ya da sıcağa aldırmayacaktı artık.
    Sorumluluklarından sıyrıldığı zamanlarda mahvetmişti gününü her defasında, şimdi ise sanki artık olgunlaştığını hissediyordu. İstediği buydu en başından beri, kendi düzenini kurmak. Yeni bir daireye taşınmak dahi bir başlangıç sayılabilirdi ancak öyle olağan karşılamıştı ki yalnız yaşamayı, sanki en başından beri böyleydi. Kendini bildi bileli, oldu olası ya da her neyse; yalnızdı. Cevapları karşılayamadıklarını hatırlamıyordu, herkes bir şeyler düşünür ve sorusuna uygun olmasa dahi bir karşılık verirdi. Ama şimdi, sanki, her şey yerine oturmuş gibiydi. En başından beri, istediği gibi. Zamanı durdursalar, herhalde kendisi için en büyük armağan olurdu bu. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu, ama elinden gelen bir şeyler olurdu herhalde bu defasında. Yanında durmuş, onu izlerken şimdiye dek hiç olmadığı kadar keyifliydi. Gülümsemeye devam etti, gülümsedi ve gülümsedi. O koyu ve ağır tondan sıyrılmıştı gün, güneşe rağmen. Güneş karartırdı oysa aklını.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Miller
Harvard | I. Sınıf
 Harvard | I. Sınıf
Alex Miller


Mesaj Sayısı : 81
Kayıt tarihi : 05/02/11

Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Empty
MesajKonu: Geri: Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.   Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimeC.tesi Haz. 25, 2011 10:20 am

Dönem başında annemin yanımda kaldığı haftadaki Fransızca sözlüğüyle sabahladım gece gelmişti aklıma, güya ödev yapmalıydım. En azından onun sandığı buydu, ancak güneş doğana dek yaklaşık 300 sayfasını okumuştum sözlüğün. Ardından annem okula gidemeyeceğime karar vermiş ve uyumamı söylemişti. Uyandıktan sonra yaklaşık bir saat yüzümde sözlüğün cildinin iziyle gezinmiştim. Buna gülmesini beklerdim, en azından biraz olsun. Dudakları çok az kıvrılsa, hafif bir tebessüm. Ama hayır, aklına gelen tek şey ödevimi yapmamış olmamdı. İlk haftadan devamsızlık kabul edilemezdi. Annemin okul konusunda iyi olmamasına rağmen benim üzerimde bir Hermione Granger gibi davranmasını da ben kabul edemezdim. “Ölebilirsiniz! Daha kötüsü, okuldan atılabilirsiniz!” Granger’dan kesinlikle daha acımasızdı, onun 30 yıl yaşlı ve anne versiyonu. Anne olmak istemeyip de anne olmuş versiyonu da denebilir, evet, böylesi daha doğru.
En son ne zaman birlikte vakit geçirmiştik hatırlamıyordum bile, yalnızca hafta sonlarındaki akşam yemeklerimiz vardı ayda bir. Bazı Cuma gecelerimi onunla kaybediyorum. Bir de büyükannemi ziyaret edişlerimiz vardı. Genellikle bir işi çıkar ve gelemezdi, ya da gittiğimizde birkaç dakika yanımızda durur ve ardından bir yere gitmesi gerektiğini söyleyip ayrılırdı. Araları benim doğumumla birlikte daha da bozulmuş olacaktı ki, üçümüz yan yana geldiğinden annem asla tek kelime etmezdi. Büyükanneme göre ise tamamen abartmaları yüzündendi annemin. Anneme güvenmiyordum, bu yüzen belki de inanıyordum onun hakkında söylenen her şeye. Tabii birkaç şey hariç, yalnızca birkaç şey. Sınıfımdakilerle bile daha çok vakit geçirdiğimi söyleyebilirdim ki neredeyse hiç arkadaşım yoktu. Tek yaptığım dersleri dinlemek, derslerde uyuklamak ve teneffüsleri genellikle koşuşturarak geçirmemdi. İtiraf edecek olursam, aslında o kadar kötü değildim. Yani aptal, evet, aptal değildim. Tek sorun dinlediğimle yetinmem oldu, üzerine bir şey eklemeyi denemedim. Çünkü, gerek yoktu. Okulda gördüğüm herhangi bir dersin bana bir katkısı yoktu. Matematik hariç, zaten yalnızca matematiği seviyordum. Seviyordum. Artık gerek yoktu buna da, tek iyi not aldığım ders zaten matematikti ve bitti. Artık matematiğin hayatımda yer almasına gerek yoktu. Zaten istemiyordum da. Gerek yoktu, kesinlikle. Zaman kaybı, kesinlikle. Üniversiteye gidip gitmeyeceğim de kesin değildi zaten, üzülüyordum aslında ama- Gerek de yoktu. Hiç olmazsa bir sene bekleyebilirdim, evet. Daha iyi olurdu, çok daha iyi.
Dolabın kapağını açtığımda yere düşen iki kazak hiçbir şekilde yaza hazır olmadıklarını gösterdi bana. Ama kot ve tişört giyemezdim, bunun için sıcaktı saat ne olursa olsun. En yakındaki askıyı çekiştirdiğimde daha fazla aranmam gerekmiyordu. Giyinip odadan çıktıktan sonra annem pek de memnun kalmamış gibiydi. Yüzündeki ifade- Keşke fotoğrafını çekebilseydim. “Telefon geldi ve senin geleceğini bilmediğim için söz vermiştim, gitsem rahatsız olmazsın değil mi?” Asla itiraz etmeyeceğini biliyordum, kendisi için aynı şeyi yaptığı günler olmuştu çünkü. Verilen sözler, programlar… O her defasında sanki çok olağanmış gibi davranırdı, tabii ki, benim için de. “Teşekkürler anne.” Tabii ki içtenim, oldukça, onun kadar.
Yolculuk düşündüğümden daha kolaydı, aşağı indiğimde beni bekleyen taksi örneğin. Sanki her şey benim için işliyormuş gibi, Meet the Fockers’taki gibi. Evet, arabalar sanki benim için yolu açıyorlardı. Bir kez olsun dahi kırmızı ışığa da yakalanmadık.
Etrafımı bakınırken dikkatimi çekmesini saçları sağlamıştı, yanına yaklaşırken ses çıkarmamaya çalıştım. Zaten farkında değildi hiçbir şeyin, dalıp gitmişti bir yere. Belki düşünceleri, evet, maalesef düşüncelerini okuyamıyordum. Julian da herhangi bir şekilde benim Bella’m değildi, istisna değildi yani. Kimsenin düşüncelerini okuyamıyordum. Herhangi bir fantastik romanda değildik, ya da düşük bütçeli bir filmde. Festival filmlerinden birinde olmak isterdim ama, “Saçlarımı yemek istemiyorum anne. Saçlarımı yemek istemiyorum anne.” gibi oldukça etkileyici replikler. Her neyse.
Yanına oturduğumda derin bir nefes aldım, bana çevirmişti bedenini. Bakışlarım onu bulduğunda gülümsüyordu, karşılık verdim. “Ne düşünüyorum biliyor musun?” Ancak bu cevap vermemesi gereken bir soruydu. “Ve bunu söylediğimde birisi çıkıp cevabıyla beni güldürmeli, soruya cevap vermemeli.” Fırsat tanımadım ona yönelttiğim sorudan sonra. Kendim devam ettim. “Ne düşünüyorsun değil. Bir defasında da düşüncelerime ortak olmaya çalışsınlar da değil. Yalnızca gülsem yeter.”

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Julian Belcourt
Oyuncu
 Oyuncu
Julian Belcourt


Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 22/01/11

Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Empty
MesajKonu: Geri: Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.   Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimeC.tesi Haz. 25, 2011 2:17 pm

    Yediği çikolatanın ambalajını masanın üzerinde bırakması gibi, aslında istediği şey oldukça basit geliyor kulağa. Ama gerçekleştirirken, sanki büyük bir yük var üstünde. Sorumluluk değil, sorumluluğun ağırlığı değil. Tembelliğinden sadece, belki bencil oluşuna bağlayabilir başka birisi. Ama hayır, insanları kırmak istemiyor. En azından şimdi, gerçi hatırlamıyor birkaç ay önceki halini bile.
    Tanrıyı inkar ettiğini varsayalım, nasıl yaratıldı? Eğer klonlanma gerçekleşirse tamamen emin olacak herhangi bir yaratanın olmadığından. Ruhları insan yaratabiliyorsa, onun işi ne? Neydi, şu koyun, Dolly. Hayvanların eğer varsa ruhları, ki böylece gözünde reenkarnasyon da çürüdü, Tanrı yok demektir. Ama gene de bekliyor, Ewan McGregor’un The Island’ıyla başladı bu düşünceler. Scarlett Johansson’ı izlemek yerine düşüncelerine kapıldı film boyunca. Bir de, Before Sunrise. Julie Delpy ile Ethan Hawke’ın diyaloglarından ibaretti film, tavırlarını hatırlamak bile istemiyordu. Yaşadıkları, biraz daha kıskanmasına neden oluyordu. Zaten aklında yalnızca diyaloglar kalmıştı ve Delpy’nin o ince sesi ve aksanı. Karakterlerden Jesse için, reenkarnasyon tamamen hataydı. Eğer ruhlar ölmüyor ve devam ediyorsa yaşamaya, artan nüfus nasıl açıklanırdı? İnsanların sohbetlerine katılma nedenleri her zaman filmler oluyordu, bunu son yıllarda daha çok yaşamaya başlamıştı. Zaten filmlerle yaşıyordu, böyle de devam edecekti yaşamına. Herhalde büyük bir servetle yetinmezdi, zaten para için değildi oyunculuk. İlk defa bir şeyde iyi olduğu içindi, değişkenliği sayesinde bulmuştu bu yeteneğini de. Tiyatro kulübüyle vakit geçirdiği ya da ailesi sayesinde değildi, ilk defa herhangi bir etiket olmadan denemişti kendini. Göz ardı edilirdi her zaman, merak hiçbir zaman yandaşı olmamıştı. İnsanlarla da konuşmakta iyi değildi zaten, genellikle yanlış anlaşılır ve yanlış tanıtılırdı başkalarına.
    Yalnızlığı sayesinde çekilmişti yanına, öyle görüyordu aslında. Sanki kendisine ait olan bir şeyi bulmuş gibi, önceden kaybettiği bir şey gibi. Aynı filmler gibi. Doğru kelimeyi bulabilecek kadar zeki değildi, bedeni kaskatı kesildi. Gözlerini kaçırmadı ama, ifadesiz yüzündeki kaşları çatıldı. Tebessümü belirdi dudaklarında, abartılı bir hal almadan önce kesildi genişlemesi gülüşünün. “Dinlediklerini sanıyorlar, en azından dikkatleri üzerinde. Ah, kipi değiştirmeliyim. Ben de dahilim bu gruba. Şöyle ayırabilirsin insanları, ayırabiliriz: Sen ve harici. Sanki etrafın aynalarla kaplı, sen dışını göremiyorsun. Ancak dışarıdakiler seni görebiliyor, anlasalar dahi seni aranızdaki bağ asla kurulamıyor. “Daha sonra hatırlat.” gibi değil, hatırlatılsa dahi sonrasında asla var olmayacak bu iletişim. Tek taraflı ve sen, her zaman yalnızsın. Yalnızca sen değil, her birey. Belki senin kafesin ses de geçirmiyordur, net değildir duydukları. Ama, dinlemiyorlardır demiyorum.” Ailesiyle olan ilişkisi gibi, ne derlerse desin onları onaylaması gibi. Ancak hiçbir zaman istediklerini gerçekleştirmediğini görebiliyordu, birkaç şey hariç. Her şey değil, hiçbir zaman her şey olmadı. Üniversite örneğin, ona baktığında hatırladığı ilk şey buydu, ilk dönemi tamamlayamadan pes etmişti. İstikrarla ya da herhangi bir şeyle ilgisi yoktu, ona göre değildi. Gerçi, üniversiteyle olan bağı koptuktan sonra bulmuştu yeteneğini. İç çekti ve oturuşunu değiştirdi, aynı onun gibi ileriye dikti gözlerini. Manzara değildi seyrettiği, aklındaki düşüncelerin yoğunluğu yüzünden görüntü buğulanıyordu bir kere. Sonra ağaçlar, belki de nefes alıp verirken zorlanmasının nedeni yorgunluğu değil ciğerlerindeki bol oksijendi. Havadaki nemi de hissedebiliyordu içine çektiği her nefeste, sıcaktan bunalmıştı zaten. Ocağın başında dururken döktüğü terler gibi, ya da sabahları kalktığında kullanamadığı parmakları kadar rahatsız ediyordu kendini. Dudaklarını buruşturdu, elleri saçlarına gitti. “Ayrıca, bir Edward değilim.” derken gülümsedi yeniden. Yağmur yağmasını diliyordu şimdi, ıslanmayı yeğlerdi bu sıcağa. Bakışları gözlerini bulunca rahatladı biraz olsun, her şeye katlayabilirdi gözlerindeki gülümseme için.
    Hiçbir zaman filmlerdeki gibi olmazdı, dolu dolu geçmezdi hiçbir an. Sahnelerin onlarca kez çekilmesinin, tekrarların nedeni buydu. Kusursuz olması için çabalansa dahi, izleyenin fark etmeyeceği bir hata kesinlikle olurdu. Aynı yaptığı resimdeki yanlış bir çizimi kapatmasına rağmen tedirginlik duyan çocuk gibi, ama yeni bir kağıt alıp baştan başlamayı göze alamazdınız hiçbir anda. ‘Geriye sarma’ konusunda ne Charlie Chaplin ne de Jim Carrey kadar iyiydi hem. Parmaklarını şıklattı: “Sahneyi tekrar edin!” Cidden büyülenmiş miydi?


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Miller
Harvard | I. Sınıf
 Harvard | I. Sınıf
Alex Miller


Mesaj Sayısı : 81
Kayıt tarihi : 05/02/11

Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Empty
MesajKonu: Geri: Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.   Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimePaz Haz. 26, 2011 12:11 am


"“Daha sonra hatırlat.” gibi değil, hatırlatılsa dahi sonrasında asla var olmayacak bu iletişim.” Hatırlıyor olması şaşırtmıştı beni, hiçbir şey ifade etmeyen gevezeliğimi dinlemişti demek ki. Anlattıklarıyla zıt düşüyordu kendisi de, ama genellemeleri her şeye uyarlamamalıydınız. Bunu atlamıştım, kendisinden bahsetmiyordu. Yalnızca bir görüştü, belki de beni desteklemek içindi ama tatmin ettiğinden emin olabilirdi. Dinledikten sonra tek kelime etmedim, kıkırdayışlarımı da fark etmedi o cümleden sonra. Huzursuzlukla kaplandı ifadesi, birkaç saniyesini kendine gelmekle harcadı. Bense, büyük bir aptal olarak, yalnızca bekledim. Bazen erkek çocukları gibi oluyordu, yaşı 10’u geçmemiş ve ne istenirse yapan bir çocuk gibi. Akşama doğru bastırıyordu yorgunluğu, tüm gününü koşuşturarak geçirmiş gibiydi. Tek umursadığı ertesi gündü artık, ah, işte burada değişiyordu her şey. Tam olarak yaşını söylememişti bana ancak bu çocuğun en azından 15 yıl sonraki haliydi. Yorgunluk ve koşuşturmaları tamamen aynı ancak tek düşündüğü dünüydü. Herhangi bir şey istenseydi ondan, yalnızca karşısındakini kırmamak için yapardı isteneni. Artık kriterleri ve bir kişiliği vardı. Ama hala yorgundu, aldığı her nefesle göğsü yükseliyordu gövdesi ardında. Başını elleri arasında aldı doğrulmadan önce, hala izliyordum onu. Her şey artık daha gerçekçiydi, ayaklarımla ittirerek yeri ona yaklaştırdım bedenimi. Ardına yaslandığında rahatlamış gibiydi, koluna girdim ve elini buldu ellerim. Cümlesinden sonra hafif bir gülümsemeyle gövdesi titredi. “Zaten parlamanı istemezdim.” Gülümsemeye devam ettim, aynı isteğim gibi ve en yeterli.
Her şeyi bir saniye geriye alan bir makine yeterdi bana, ya da bir saniye ileri. Her şeyi iki kez yaşayabilirdim bu sayede. Her anı, ömrümün 50 yıl olduğunu düşünürsek ve uykularım hariç. Üçte ikisini eklediğimi varsayalım, ah, zor. Tamam, 85 yıl falan ediyor olması gerekiyor. ÇİNLİLERİ DÜŞÜNSENE!
Ama gene istediğim gibi olmazdı, keşke her şeyi kaydeden -şuralarda bir yerlerde bir gizli kamera olmasından bahsetmiyorum- bir şey olsaydı. NE KADAR ZEKİCE! Ama gene istediğim gibi olmazdı. “Keşke ölümsüz olsam.” AH. Edward değildi ve düşüncelerimi okuyamıyordu ancak ister istemez dilimden dökülmüştü, bu defa gülsün diyeydi. Diziyi onunla tanıştıktan sonra tekrar izlemiştim, neyse ki hiç mi hiç benzemiyordu karaktere. Aslında benzemesini sıkıntılı haline yeğlerdim, evet, ama neredeyse tamamen farklıydılar. Bir ‘neyse ki’ daha.
“Çok yaşamaktan bahsetmiyorum, belki yaşlanmadan olursa her şey daha güzel olurdu ama Edward gibi de değil. Aynı şeyleri yaşayabilirim, aynı kişilerle. Evet, aynı kişiler daha iyi olurdu. Annem hariç, annemi kadrodan tamamen çıkartabiliriz. İnsanların beni tamamen anlamasını da istemiyorum, her şey aynı. Belki yirmi yıl sonrasında sokakta açlıktan ya da soğuktan ölmüş olarak bulunabilirim, ama olsun. Tekrarını istiyorum, sunulan hayat hiç mi hiç yeterli değil. Eğer cennet de yoksa, ki pek de inanmıyorum buna-” İç çektim. “İnsanoğlu mahvoldu demektir.” Gece yatmadan önce dua eden bir çocuktum, zaman kaybı. Yalnızca zaman kaybı, çünkü hiçbir şey istediğim gibi olmamıştı. Yalnızca ben ayak uydurdum, kader değil. Hayır, inanmıyorum. Yaptığım seçimler belirlerdi geleceğimi, başka hiçbir şey değil. Belki başkaları olabilir, ancak kimse yanıma yaklaşmadığına göre… Her şey dünya için, sizin için. Biz siyasiler doğruyu söylüyoruz, çalan şarkılar bile sizin için. Yüreklenin diye, devam edin diye, durmayın diye. Gözlerimi ayırmıyordum ondan, aklımdan geçenlere ise hâkim olamıyordum gene. Beklentilerim yoktu, geleceğim yoktu. Gerçi planlarım olsa dahi şimdiye hangilerini gerçekleştirebilmiştim ki? Kesinlikle beklentilerim yoktu, tekrar eden ve bitmek bilmeyen içsesim bile daha adildi başkalarından. “Ah, bir de konuşsaydım.” değil, dinlenmezdim de demiyorum. Gerçi dinlenmezdim ama, her neyse. “O kadar zekiyim ki insanlar söylediklerimi anlamıyor.” düşünceleriyle yaşasaydım keşke. Tabii, hep ‘keşke’. Yalnızca ‘keşke’. “Yalnızlıklarımıza sığınıyoruz, ama yalnız olmak zorunda değilsin de bunun için. İki kişilik yalnızlık da bu kategoriye girebilir.”
Yapmam gereken neler vardı peki? Üniversite- Bunun için beklemeyi tercih ediyordum. Annem- Her zamanki gibi giderdi yarın, belki ben dönene dek ayrılmış olabilirdi bile otelden. Okul- Geriye yalnızca balo kalmıştı. Ah, balo. “Büyük ihtimalle izlediğin herhangi bir sahneye ayak uyduramayacağım ama, benimle baloya gelmek ister misin? Gerçi mezun olduktan sonra bu pek de anlamlı gelmeyebilir, zaten değil. Zaten bunu benim sormamda bile büyük bir yanlışlık var.” Varoluşum bile hataydı gerçi, annemin hayıflanma nedeni.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Julian Belcourt
Oyuncu
 Oyuncu
Julian Belcourt


Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 22/01/11

Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Empty
MesajKonu: Geri: Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.   Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimePaz Haz. 26, 2011 1:54 am


    Ellerini hissettiğinde- Şimdi sıra ondaydı, konuştuğunda sessizliğini korudu. Elini sarmalayan parmakları sanki güvenini simgeliyor gibiydi en başta, ama ses çıkarmadı. Konuşmadı. Sustu. Her zamanki gibi ve her zamankinin aksine, düşüncelerinden sıyrılıp onu dinlemeye koyuldu. Sesi dahi etkiliyordu kendisini, düşündüğünden daha büyük bir zavallıydı sanki. Ölümsüz değildi, yalnızca rol ve gene her zamanki gibi.
    Hiç ölümle burun buruna gelmemişti, belki intihar. İntihar zaten peşindeydi, tek farkı Craig gibi bunu hastaneye gidip itiraf etmemesiydi. Gerçi rehabilitasyonda karşılaşacağı bir Emma Roberts’a hayır demezdi ama, kısıtlanmak ona göre değildi. Aynı özgürlüğe alışık olmadığı gibi, sorumluluklarını üzerinden attığı ilk gün ne yapacağını bilememiş ve odasına gidip eline geçen ilk kitabı okuyamaya koyulmuştu. Tadını çıkaramıyordu hiçbir şeyin, bir amacı olsa dahi bu da mantıklı gelmezdi kendisine. “Aramızdaki tek fark Nathan’ın benden daha zeki olması.” İnkâr edemezdi, metinleri başkaları yazsa dahi yaratılan karakter bir dehaydı gözünde.
    Hesap sormak dahi vakit kaybettiriyordu, Tanrı zaten ölmüştü. Ama sessiz kalmayı tercih etti, herhalde uzadıkça uzayan ve can sıkan tek konu buydu. Yaşamlarının belli bir yılla sınırlı olması- Ne zaman son bulacağını bilmiyordu bile, kendisi son verse belki tatmin olurdu. Ama son bulurdu gene, belki gerçekleşecekten yıllar yıllar önce. Ama masallara inanmazdı. Kriterler dikkat çekecek şekilde keskindi, iyi kalpli ve kötü kalpli. Eğer iyi kalpli kötüleşiyorsa, ihanet! Ancak kötü kalbin sahibi, faydalar sağlıyorsa iyilere- Aslında gene bir ihanetten ibaretti yaptıkları. Taraflara ayrılmayı öğretiyordu masallar, iyi olmanız gerektiğini değil. Prensesi bulacağını değil. Saçlarınızı uzatmanız gerektiğini değil. Bir de anlatıcı sanki her şeye hâkimmiş gibi, ayrı bir Tanrı’ydı o da. Çocukluklarından beri aynı şey öğretiliyordu. Din. Dil. Irk. Sonrasında da neden bu kadar saçma olduğunu soruyorlardı, belli değil miydi en başından beri? Kırmızı Başlıklı Kız ayartmamış mıydı kurdu? Yedi Cüceler’e değinmek bile istemiyordu. Düşünsene, YEDİ CÜCE! Boyunun uzun olduğuna şükredebilirdi. Gerçi ayağa kalktığında Alex’in ondan uzun olacağından emin gibiydi, ayağındaki topuklulara bakılırsa- “Neydi, Nietzsche Ağladığında. Şöyle bir cümle hatırlıyorum: “Nietzsche’nin diğer insanlarla kurduğu ilişki o kadar azdı ki zamanının büyük bir bölümünü kendi sinir sistemiyle yaptığı konuşmalara harcıyordu.” Aslında o kadar da objektif bir kitap değildi, zaten yüzyıllar öncesindeki kahramanlara sahip olduğunu düşünürsek tamamen yazarın fikirleri. Ama gene onun düşüncelerini yansıtabilmiş, herhangi bir film ya da makaleden daha iyi.” Lisedeyken okuduğundan emindi kitabı, birkaç ayını bu yazar için harcamıştı. Kendi düşüncelerinin oluşmasını sağlayan düşüncelerden birisiydi, yalnızca. Aynı aksanı gibi, her telaffuzu başka bir yerlerden alıntıydı.
    İki kişilik yalnızlık sağlanabilir miydi? Şey gibi, ‘yalnız kaldık’ da buradan geliyordu herhalde. Aklına getirmese anlam veremezdi bile, ‘beni yalnız bırakın’da bile yalnız kaldığı sanılan kişi düşünceleriyle boğuşuyordu. Yalnız kalacaksa, yanında kendisiyle konuşacak birini yeğlerdi. Evet, Alex. Başka bir seçenek yoktu zaten, kimse de seçmezdi kendisini. İfadesizliğini korudu, şaşırmış gibi de değildi oysa. Ancak fikirleri oldukça mantıklı gelmişti ona, göz ardı edilmiş yanı buydu herhalde. Yalnızca görüntüsüyle var olmuş değildi, ya da geçiştirmeleri.
    Nasıl reddedebilirdi ki? Delilik. Yalnızca kendi kendine konuşacak kadar deliydi, ama “Çılgınımdır.” değil. “Tek bir şartla. Benden daha uzun olmanı istemiyorum demiyorum. Ancak, şu, topuklar… Açık sözlü olursak, beni öldürmenden korkuyorum. Gerçi son göreceğim kişi sen olursan, ah, boş ver. Pek de önemli değil.” dedi ve ardından omuz silkti. “Tabii ki geleceğim.”


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Julian Belcourt
Oyuncu
 Oyuncu
Julian Belcourt


Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 22/01/11

Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Empty
MesajKonu: Geri: Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.   Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum. Icon_minitimePaz Haz. 26, 2011 1:55 am

Son. Son. Evet, son.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Kimse kalmadı geriye, öldüler demiyorum, yalnızım diyorum.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Sana beni sevme demiyorum, hobi olarak yine yap.
» Rp yapalım diyorrum kime diyorum ?
» Rp yapacak kimse yok mu??
» Rp Vakti. Hadi Kimse Yok mu??
» Hızlı repe yapmak isteyen gelse diyorum??

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: The New York City :: Manhattan :: Central Park-
Buraya geçin: