Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
Öyle işte. Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
Öyle işte. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
Öyle işte. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
Öyle işte. Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
Öyle işte. Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 Öyle işte.

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Mnestra d'Labre
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Mnestra d'Labre


Mesaj Sayısı : 132
Kayıt tarihi : 30/08/10
Nerden : İspanya.

Öyle işte. Empty
MesajKonu: Öyle işte.   Öyle işte. Icon_minitimePtsi Tem. 04, 2011 2:32 am





1970, Mart.
Bir yer.

#Sen korkuyu bilir misin? Yoksa sadece korkmak mıdır öğrenebildiğin bu hayatta?

Gökyüzüne uzanan heybetli mermer yapının önünde, kadifeden bir çarşaf gibi yumuşacık ve nemli çimlerin üzerinde, çıplak ayaklarımla dikiliyorum. Rüzgârın ince, uzun ve serin parmakları kızıla yakın kahverengi saçlarımın arasında dolanıyor, yanan bir çalı demetini andıran bir şekilde savuruyor onları. Kimsenin bana göstermediği şefkatle okşuyor tenimi; sevgiyle fısıldıyor kulağıma belirsiz sözcükleri. Anlamaya çalışsam da çevremdeki ağaçların dökülmeyi bekleyen yaşlı yapraklarının hışırtılı şarkısı buna engel oluyor. Beyaz birer sütun gibi kusursuz ve dimdik duran, ayrık bacaklarım yavaşça birleşiyor. Kollarımı göğsümde kavuşturuyorum. Ellerim omuzlarımda duruyor, derin bir iç çekiyorum gözlerimi yumarak. Bir titreme alıyor bedenimi, kendime geliyorum. Oyunumu oynarken paçavraya dönmüş siyah etekliğim uçuşurken bacaklarımı ortada bırakıyor. Hiç umurumda değil, bütünüyle çırılçıplak kalsam da umurumda değil. Omuzlarım ‘hoşça kal’ demeye hazırlanan rüzgâr tarafından açıkta bırakılmış, parıldıyor. Uzaklardan, çok uzaklardan hoş bir takım sesler geliyor kulağıma, kalp atışlarımın boğuk gürültüsünü duymamaya çalışarak kulak kabartıyorum. Olabildiğince tiz sesler kullanılarak çalınan bir keman solosu yakalıyor beni saçlarımdan, geçmişimin karanlık ve nefes almama olanak bile olanak vermeyen boğucu koridorlarına fırlatıyor.

* Caddenin ortasında dikilmiş elinde kemanı, fırfırlı gömleğiyle sarışın bir adam duruyordu. Saçları dalga dalga omuzlarına iniyor, yeşil gözleri kelimelerle ifade edilemeyecek denli kudretli bir parıltıyla önünde kümelenmiş insanları süzüyordu. Sevinç vardı gözlerinde, eğer daha dikkatli bakarsanız belli oluyordu bu neşenin aslında sıkı sıkıya nefrete sarılmış olduğu. Keman yayını ince uzun parmaklarıyla kavradıktan sonra süzmüştü kalabalığı tekrar. O ana dek kimseye bu denli yakıştıramamıştım kendini beğenmiş tavırları. Yavaşça omzuna çıkardı isle kararmış kemanını. Kenarları aşınmış, rengi solmuş, yer yer çiziklerle dolu hırpalanmış sefil keman sahibiyle tam bir tezat oluşturuyordu. Başını bir kuğu gibi yavaşça eğdi, göz kapakları bir kelebeğin kanat çırpışları gibi yumuşak bir biçimde kapandı ve yayı tellere sürtmeye başladı. Parmakları deli gibi hareket ediyordu teller üzerinde, basıyor, kalkıyor, titriyordu. Kendinden geçip, yayla beraber tüm vücudunu hareket ettirmeye başladığında ben gözlerimi kapamış, kendimi müziğin anaç kucağına bırakıvermiştim. Öylesine huzurluydu ki notalar… Bitirdiğinde kopan alkış tufanı sokaklar boyu duyulmuş, alkış sesleri yüzünden sokak lambalarının üzerinde duran kargalar kaçışmıştı ama sanki… Alkışlayarak hakaret ediyorlardı ona. Garip bir hisle doldurmuştu içimi. Hoşuma gitmesine karşın, o hissi onaylamıyordum. Kemancı halkı selamlarken, insanları ittirerek ona yaklaştım. İçimden bir ses haykırarak bunu yapmamı emretmişti. Boyun eğmekten başka bir şansım yoktu. Eğer itaat etmezsem pençeleriyle karnımı yırtarak dışarı çıkacaktı duygularım. Kalbim yanaklarımda atıyordu adeta. Zehir yeşili gözleri benimkilerle buluştuğunda titredim. Ürpermiş ve korkmuştum. Tüylerim havaya kalkmıştı sanki gerilmiş gibi. Henüz 17 yaşımdaydım ama böylesi yoğun bir hissi bir daha asla tadamayacağıma dair bir sürü anlamsız düşünce dolanıyordu aklımda. O hissin ne olduğunu çok sonradan anladım... Porselen bebeklerinki kadar kusursuz dudaklarını oynattı: “Piyano çalmayı bilir misin?” saçlarım savruldu rüzgâr yüzünden, gülümsedim, “Evet.” *

Ne kadar safmışım o günlerde diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Gençliğin büyülü sularında yüzerken ne denli pembeydi her şey. Keman sesleriyle sarhoş olup, piyanomdan çıkan etkileyici notaları yanına meze yaparken benden mutlusu yoktu. Müzik hayatımızdı, hayat ise sadece kandan ibaretti. Bizim hayatımız başkalarının yürekleri ebedi sessizliğe büründüğünde vuku bulur, çığlıklarla güçlenirdi. Dolunayın mezarlıkların üstünde gümüşten bir taç gibi ışıldadığı gecelerde şatomuza kapanırdık. Bizim türümüzün hastalıklı bir sevgiyle bağlı olduğu dolunay bizi ilginç bir biçimde iterdi kendinden uzağa. Şarap rengi saten kanepelerin üzerine tüllerden yapılmış bir perininkini andıran şeffaf elbisemle uzanır, yüksek meblağlar karşılığı bize keman çalan müzisyenlerin aç bakışlarına aldırmadan dinlerdim müziği. Sarışın kemancı arada beni kollarına alır hiç sahip olmadığı kız kardeşinin ben olduğumu söylerdi. Bakışlarımı kaçırırdım ondan, bunu anlamamış gibi yapar alnıma bir öpücük kondurur ve sessizce süzülürdü yanımdan. Acı duyardım, kalbimi yırtarcasına bir acı… Ardından kendimizden geçer tüm asaletimizden sıyrılır vahşi köpekler gibi davranırdık. Geriye fal taşı gibi açılmış gözler ve çığlık atarken kaskatı kesilmiş kocaman açılmış ağzıyla bedenler kalırdı. Kan hırıltılar çıkararak boyunlarından püskürürken bir delinin kahkahalarıyla dans ederdik. Parmak uçlarımızın üzerinde zıplardım ben. O ise kanlı valsini yaptıktan sonra oturur koltuğa beni izlerdi. Görmüyor gibi yapardım hep.
Bir keresinde bir kadın gelmişti yine ayın tam olduğu bir gün. Yusyuvarlak ay, kadının gözlerinin akı gibi beyazdı. Esmer minik bir bedeni, kalın kaşları ve biçimsiz bir burnu vardı. Ama kemanı eline aldığında bir meleğe dönüşüyor inanılmaz zarif hareketlerle müziğini icra ediyordu. Yalvarmıştım ona, bu kadının yaşaması için. İnsanları öldürmekten zevk duyan ben ilk kez bir ölümlünün hayatı için yalvarıyordum. Onun hayatına devam edebilmesi için… Ağlıyor, gözlerim akan kanla karışık yaşları elbisemin eteğiyle siliyor, böğürüyordum. Sarışın kemancı bana sadece tokat atmakla yetinip cezaların en büyüğüne çarptırdı tam bir ay sessizliğe hapsetti beni ve o masum müzisyeni gözlerimin önünde parçaladı. O ana dek görmediğim histerik bir şekilde yaptı bunu hem de. Ağlayamadan ona baktım, tek bir ses bile çıkmadı ağzımdan. Ona bakıp, ondan ne denli nefret ettiğimle ilgili cümleler kurdum kafamda. Sonra her şey yoluna girdi. Unutuldu olanlar. Öyle sanıldı. Nefret ettim ondan, sonra nefretim her zamankinden çok daha yoğun başka bir hisse dönüştü. ‘Tak, tak’ Şimdiki zamana dönmeliyim. Şarap rengi gözyaşlarım yanaklarımdan yere düşmeye başladı. Düşünmeyi anı yaşamaktan daha çok severim aslında… Kulaklarım hafifçe dikleşti. Ayak seslerini duyuyorum, yavaşça dokunuyor yere sonra kalkıyor bir adım daha ilerleyebilmek için. Öylesine hayranlık verici ki! Yıllar önce duyduğum hazzın kalıntıları filizleniyor dudaklarımda. O bir ölümlünün duyamamağı kadar sessiz ve pürüzsüz ses tonuyla konuşuyor: “Gelmeni beklemiyordum.” Beni benden alan sesi tekrar kulaklarımda, kokusunu hissediyorum, tüm ısrarcılığıyla ciğerlerime nüfuz ediyor. Sarı saçları eskisinden daha parlak görünüyor. Yeşil gözlerindeki vahşi parıltı sönmüş, onun yerine esrarlı bir hüzünle süzüyor etrafı. “Küçük kardeşim benim.” Sadece benim anlayabileceğim sevecen bir ifadeyle baktı bana. Yüreğim paramparçaydı zaten, bu sözünü uyuşmuş bir gülümsemeyle karşıladım. Bir ölümlü gözleri bunu küçümseyen ‘kötü’ bir tavır olarak yorumlayabilir ama benim için dünyadaki tüm sevgi sözcüklerinden daha mutluluk verici anlamlar taşıyordu dudaklarım. Boynu hafif yana eğilmiş durumda, dudakları belli belirsiz kıvrılıyor yanlara. Gözleri yarı kapalı ve saçları savruluyor rüzgârla. Hep yaptığı gibi çekti beni kendine, mermer gibi sert göğsüne koydum kafamı sessizce. Başımı kaldırıp beyaz dudaklarıyla buluşturmak istedim acıyla titreyen dudaklarımı ama yapamadım, yapamazdım ki. Sonsuza kadar içimde kalması gereken bir arzu. “Nerelerdeydin?” diye sordum özlemle. Beni daha da kendine çekti: “Hayalimiz için çalıştım sevgili kardeşim.” Ve bir çığlık çok uzaklardan, tanıdık bir ses…


renklendirmeyle uğraşamadım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Öyle işte.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İşte öyle bir şey.
» Hıhım, öyle.
» Rp aşkı geldi Öyle böyle değil
» Öyle böyle şöyle, ekleyelim bakalım bizde...
» İlgiye ihtiyacı vardı, öyle ki gerekirse onu zorla alırdı.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Rp Out :: Paylaşım Köşesi :: Genel Paylaşım-
Buraya geçin: