Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 New York I love you but you're freaking me out

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Alexander de Blois
Sir Stafford | IV. Sınıf
 Sir Stafford | IV. Sınıf
Alexander de Blois


Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 06/07/11

New York I love you but you're freaking me out Empty
MesajKonu: New York I love you but you're freaking me out   New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimeÇarş. Tem. 13, 2011 6:27 am

New York I love you but you're freaking me out B8b709c3xNew York I love you but you're freaking me out C2c5c6e5
Alexander de Blois x Josefine Abrahams



New York’a geçen eğitim döneminin sonunda gelmiş olmanın en büyük avantajı kimse tarafından tanınmamak olmalıydı kuşkusuz. Ne de olsa, sokaklarda gözlerinde siyah güneş gözlükleriyle ve ilk birkaç düğmesi açılmış beyaz gömleği, eskimiş kot pantolonu ve siyah Converseleriyle yürürken insanlar ona merakla bakıyordu ama hakkında dedikodu çıkaramıyorlardı. Bu da New York ve Paris arasında kısa bir süre daha geçerli olabilecek en önemli farktı. Okul başladığı anda bu lüksü daha fazla kullanamayacaktı Alexander. Elbette yeni olmanın birçok dezavantajı da vardı. Bunlardan biri dışarı çıkıp eğlenebileceği bir grup olmamasıydı, buradaki kızların hiçbirini tanımıyordu ki bu da onun için seks yok demekti. Belki fazla takıntılıydı ya da fazla seçici ama bu güne kadar doğru düzgün tanımadığı ve kendisi için bir şeyler ifade etmeyen hiçbir kadınla yatmamıştı. Arkadaşları bunu saçmalık olarak değerlendirseler de Alex için fazlasıyla önemli bir konuydu bu. İnsanlar birleştiğinde bu mutlaka bir şeyler ifade etmeliydi. Yani hem ruhların hem de bedenlerin maskesiz ve hilesiz bir biçimde karşı karşıya geldiği ve var oluşun bu en mahrem ve masum anını tanımadığı insanların günahlarıyla kirletmeyi göze alamıyordu. Evet, üzerinde bir süre düşününce gerçekten gittikçe saçma bir hal alıyordu durumu. Azmış bir ergen olarak kendini daha fazla dizginleyemeyeceğinin farkındaydı ve sarhoş olduğu anda önüne çıkacak ilk kızı yatağına atacağına da emindi. Sadece bu duygusuz olaydan önce birinden hoşlanmak istiyordu hatta daha ileri gidip birine âşık olmayı bile geçiriyordu aklından.

İşte bu sebeple New York sokaklarında dolanmaktaydı. Gözüne birini kestirip, o kadınla tanışmak istiyordu. Biliyordu ki eğer birini tanımaya başlarsa, ondan hoşlanması da uzun sürmezdi. Zaten hep böyle olmamış mıydı? Bugüne dek gerçekten hoşlandığı, uğruna yaşamını vermeyi göze aldığı yalnızca iki kadın olmuştu. Annesi ve güzel olduğu kadar adi bir fahişe olan eski sevgilisi Gabrielle. Kız gerçekten bir orospuydu ama Alex’in gözleri aşkla kör olmuştu. Kızın gerçekte kendisini sevmediğini anlaması da tam bir skandaldı. İtalya’ya yaptığı bir geziden erken dönmüştü ve evine girdiğinde en yakın arkadaşı Nicolas ve Gabrielle’i sevişirken görmüştü. Nico ve Gaby ile olan tüm irtibatını kesmişti, elbette. Ve zaten çok kısa bir süre sonra da Amerika’ya gelmişti. Aslında İngiltere’yi tercih ederdi. Ama babasının pek sevgili ortağı Monsieur Poirot Amerika’yı öve öve bitirememekteydi. Bu övgülerden etkilenen babası da Alexander’i bu cehenneme yollamıştı.



Başını hafifçe salladı bu düşüncelerden kurtulmak istercesine. Güneş gözlüğünü çıkardı ve etrafına bakınmaya başladı. Zenginlerin takıldığı yerlerden fazlasıyla uzaklaşmış olduğunu anladığında gülümsedi. Kızların uğruna ölüp biteceği bir gülümsemeydi bu. Birkaç adım ileride duran banka bıraktı bedenini ve cep telefonuyla uğraşmaya başladı.“T’es ou?” vb. mesajları önemsemedi. Eski arkadaşlarından görüşmek istedikleri pek azdı ve onlar da Alex’in yerini elbette biliyordu.

Göz ucuyla hemen yanından geçmekte olan bir kızıl saç tutamı gördü ve derin bir nefes aldığında da kokuyla burun buruna geldi. Jean-Baptiste Grenouille haklıydı; en güzel kokanlar kızıllardı. Alexander ne yaptığının pek de bilincinde olmayarak banktan kalktı ve bu kızıl saçlı kızın peşinden bir mağazaya girdi. İçeride gezinen insanların giyimleri ve vitrinin düzenlenmesi bu mağazanın yalnızca zenginlere hitap eden bir yer olmadığını açıkça gösteriyordu. Mağazanın her yerini görebileceği siyah deri bir koltuğa oturdu ve kızı izlemeye başladı. Hareketleri pek de kendinden emin değil gibiydi ve sanki sahip olduğu bu kusursuz yüzün pek de farkında değildi. Aynalarda yansımasıyla karşılaştığında ürkek gözlerle bakıyordu kendine ve sonra hemen aynanın önünden çekiliyordu. Güzeldi ama bunun farkında bile değildi. Alexander büyülenmiş bir biçimde ince bedenin hareketlerini izledi, adımları bir balerinin ilk resitalinde atacağı ürkek adımlarla aynıydı ve yüzündeki hafif gülümseme onu hem oldukça çocuksu hem de fazlasıyla kadınsı gösteriyordu. Kendisine kilitli bakışları hissetmişçesine Alex’e döndü. Açık mavi ve yeşil karışımı gözler, Alex’in koyu yeşil gözleriyle buluştuğunda kızın yanakları hafifçe kızardı. Alex gülümsedi. Bu kırmızılığı sonsuza dek görmek istediğini düşündü. Bu sırada kızıl, ellerinde bir askıyla kabinlere yürüdü ve Alex de peşinden gitti. Bu kızla kesinlikle tanışmalıydı. Bir şeyler vardı. Gizemli ve masum bakıyordu. Hem yakındı hem uzak. Hem bir kedi kadar vahşiydi hem de fazlasıyla uysal. Zıtlıklar bu kızda buluşmuştu anlaşılan…

Kız kabinden çıktığında Alex’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Tamam, kızın büyüleyici olduğunu anlamıştı ama bu kadar kusursuz bir vücuda sahip olacağını da düşünmemişti. Kız aynanın karşısında kendisini izlerken yüzü buruştu. Elbiseyi aşağı çekiştirdi. Saçlarını bir topuz haline getirip elbisenin arkasına baktı. Gördüklerinden pek hoşlanmamış gibiydi. Genç adam inanamıyordu. Bu kız, tanrım, bu kadar güzel bir kız, nasıl kendinden memnun olmazdı?


“Bence…” diye başladı konuşmaya. Kızla tanışmak için eline geçen bu fırsatı kullanacaktı elbette. Burnu kızın çenesi ve kulağının birleştiği noktaya gelinceye dek yaklaştı ve boğuk bir sesle konuşmaya devam etti. “Bence elbisenin seni ne kadar büyüleyici gösterdiğinin farkında değilsin. Oysa bu halde sokağa çıksan, yanından geçip giden erkekler sana bakmadan duramaz.” Kız, bu hareketi beklemediği için olsa gerek bir süre şokla Alex’e baktı ve ardından öfke dolu gözlerle genç adama döndü. Kızın sinirli sesini duymadan önce Alex’in aklından tek bir şey geçiyordu: Onu daha çok kızdırmalıyım.



En son Alexander de Blois tarafından Cuma Ağus. 05, 2011 3:35 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 4 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Josefine Abrahams
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Josefine Abrahams


Mesaj Sayısı : 106
Kayıt tarihi : 24/06/11
Nerden : Manchester/İngiltere

New York I love you but you're freaking me out Empty
MesajKonu: Geri: New York I love you but you're freaking me out   New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimePaz Tem. 17, 2011 5:26 am

Şu yaz tatilinin ilk günleri… Sadece New York gençlerinin değil tüm gençlerin en mutlu olduğu fakat Joey’in sıkıntıdan patlayacağını hissettiği günler. Herkes okulların kapanmasına çok sevinmiş kendini güneşin fazlasıyla parlak olduğu, insanların sıcaktan kavrulduğu fakat çıtını dahi çıkarmadığı, her gece birden fazla partiyle uykusuz kalınan yerlerden birine atmıştı. Gençler okulu neden sevmiyor bir türlü anlamıyordu, o okulu sadece aptal şeylerin öğrenildiği, gereksiz ve sıkıcı bir yer olarak görmüyordu. Sanki okul, onun için kurtarıcı bir melek gibiydi. Sakin ve huzur dolu… Kitap kokusu, kalemin o pürüzsüz yüzeyi, tebeşirin tahtada çıkardığı o ses ve daha niceleri. Hepsi onun için küçük birer mutluluk kaynağıydı. İşte bu yüzden tatilin ilk günleri onun için ölüm gibiydi. Her sabah normalde uyandığı saatten daha erken uyanır ve evin içinde dört dönerdi. Yalnızca biraz mısır gevreğinden oluşan kahvaltısını tek başına yer ve ardından kütüphanesinden kaptığı bir ansiklopediyi incelemeye başlardı. Bu tekdüzelik ise günler geçtikçe onu daha fazla bunaltırdı. Mona Lisa’nın ilgilenmek zorunda olduğu şu “queenlik” işi yüzünden tamamen arkadaşsız kalmıştı. İnsanlara güvenmekte yaşadığı zorluk ve dışarıdan sergilediği inek modeli yüzünden buradaki çok “cool” gençler ondan uzak duruyordu.

Ah, bir kereliğine bile olsa İngiltere’ye gidebilseydi… Emily ve William’ı fazlasıyla özlemişti. William, Emily’nin erkek arkadaşıydı. Başlarda onun yanında olmaktan fazlasıyla huzursuz olmuştu ama beraber vakit geçirdikçe onu sevmişti. Yatay pozisyonda olduğu yatağından hafifçe kalktı ve üzerinde çerçevelenmiş fotoğrafların bulunduğu duvar rafına doğru ilerledi, tam ortada duranı aldı. Bu kare o buraya gelmeden 3-4 ay evvel çekilmişti. Üçünün de yüzlerinde koskocaman bir sırıtma vardı, yavaşça bir damla gözünden aşağı doğru aktı ve yanağı boyunca süzüldü. Joey’nin sırıtan suratına doğru düştü ve camı buğulandırdı. Elinin tersiyle gözyaşının ıslattığı yerleri sildi Joey, sonra da fotoğrafı yerine bıraktı. Banyoya doğru ilerleyip yüzüne su çarptı, aynadaki yansımasına kısa bir süre baktıktan sonra bu iğrenç görüntüye daha fazla katlanamayacağına karar verip yüzünü çevirdi. Kalçasını lavabonun kenarına yasladı ve durum değerlendirmesi yaptı. Tatildi, dışarısı günlük güneşlikti ve o evdeydi, hatta neredeyse kendi kendini depresyona sokacak kadar karamsardı. Biraz eğlenmek ve deşarj olmak onun da hakkıydı. Evet belki biraz alışveriş keyfini yerine getirebilirdi. Kendini hemen dibinde duran sıcak suyun altına attı, kısa bir duşun ardından saçlarını kurutup üstüne bir şeyler geçirdi. Hafif bir makyaj da yaptıktan sonra çıkmak için hazırdı.

Dışarı çıktığı ilk an kendini klimalı ve soğuk evine geri atmak için büyük bir istek duydu. Hava göründüğünden de sıcaktı, sokaktaki bunca insan nasıl dayanabiliyordu? Gözlerini hafifçe kısıp hızla ilerlemeye başladı. Yol üstünde gördüğü vitrin camlarına dönüp bakmadı bile, küçücük bir kumaş parasına vereceği binlerce doları yoktu. Aslında vardı ama vermemeyi tercih ederdi. Bu bazılarına cimrilik olarak gelebilirdi ama Joey’nin yaptığı sadece parayı dikkatli kullanmaktı, gelecek için. Burada bulduğu butiklerle dolu o küçük sokağa gidecekti çünkü sokak ona İngiltere’yi fazlasıyla anımsatıyordu, ayrıca fiyatlar da uygundu. Ard arda girdiği dar ve boş sokakların ardından son köşeyi döndü. Uzun binaların arasında kalan bu sokak güneş almıyordu ve esen rüzgar tenine değdiğinde Joey hafifçe ürperdi. Bir süre olduğu yerde durup bir mağazadan diğerine doğru büyülenmiş bir şekilde girip çıkan insanları izledi. Olduğu yerden gözüne bir yer kestirdi ve oraya doğru ilerlemeye koyuldu. Askıların arasında dolaşmaya başladı, bir eteklere bakıyordu bir pantolonlara. Tanrım, bu iş hakkında hiçbir fikrim yok. diye mırıldandı kendi kendine. Önünden geçtiği büyük aynalara ise bakmaya çekiniyordu. Şişmandı ve bunu kimseye itiraf etmese bile bundan fazlasıyla rahatsızdı. Mağazanın içinde bir ileri bir geri dolaşırken gözüne siyah deri koltuklara yayılmış kendisini izleyen onun yaşlarında olduğunu tahmin ettiği biri takıldı. Göz göze geldiklerinde ise, Tanrım çok utanmıştı. Yanaklarının kızardığını hissediyordu. Bu sırada hemen önünde duran elbiselerden birini alıp kabinlere doğru ilerledi. Zar zor çektiği fermuara bakılırsa, elbise saniyeler içinde kendini imha edebilirdi. Kendini fazlasıyla küçük olan kabinden dışarı çıkardı ve aynaların önüne geçti. Evet, elbise üzerinde patlayacakmış gibi duruyordu, ayrıca kısaydı da. Üzerine yapışmış olan elbiseyi aşağı çekiştirdi. Saçlarını topuz şekline getirip elbisenin sırt dekoltesine baktı. Berbat, berbat, ber-bat! Belki bir-iki kilo verebilseydi her şey normale dönebilirdi ama şimdilik bu elbise askıda kalmaya devam edecekti. “Bence…” dedikten sonra fark edebildiği şu çocuk -evet, yakışıklıydı- neredeyse aralarında hiç boşluk kalmayana kadar yakınlaşmıştı ve evet bu Joey’i biraz heyecanlandırmıştı. “Bence elbisenin seni ne kadar büyüleyici gösterdiğinin farkında değilsin. Oysa bu halde sokağa çıksan, yanından geçip giden erkekler sana bakmadan duramaz.”diye devam etti sözlerine. Kısa bir şokla aynadan çocuğun yüzünü izledi. Ardından bu şok yerini öfkeye bıraktı. Bu erkeklerin hepsi aynıydı, önce kızların kalplerini çalmak için birkaç güzel söz söyler ardından da çekip giderlerdi. İşte bu yüzden Joey hepsinden nefret ediyordu. Hatta öyle nefret ediyordu ki bıraksalar önüne geleni fena halde pataklayabilirdi. Hepsi. İğrenç. Pislik. Birer. Domuzdu. Öfkeyle tanımadığı ama şimdiden nefret ettiği genç adama doğru döndü. “Bence…” dedi elini çocuğun çenesine doğru götürerek.. "Bence kendine daha iyi taktikler bulmalısın. Ayrıca haklısın hepsi bakar çünkü tek yapabilecekleri bu, tıpkı senin gibi." diye ekleyerek de bitirdi sözlerini. Yaptığı her şey ters tepiyordu bu günlerde ve eğlenmek için çıktığı bu alışveriş bile onun için şimdiden zehir olmuştu, derhal bu genç adamdan uzaklaşmalıydı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alexander de Blois
Sir Stafford | IV. Sınıf
 Sir Stafford | IV. Sınıf
Alexander de Blois


Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 06/07/11

New York I love you but you're freaking me out Empty
MesajKonu: Geri: New York I love you but you're freaking me out   New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimePerş. Tem. 21, 2011 3:57 am



“Bence…” Kızın dokunuşunu çenesinde hissettiğinde elinde olmadan gülümsedi. Bedeninde bir elektrik şoku geziniyor gibi hissetmişti. Acı verici değildi ama oldukça uyarıcıydı. "Bence kendine daha iyi taktikler bulmalısın. Ayrıca haklısın hepsi bakar çünkü tek yapabilecekleri bu, tıpkı senin gibi." Kızın eli hala Alex’in çenesindeydi ve genç adam bunu pek göstermek istemese de delicesine zevk alıyordu bu tutuştan. Hızlı bir hareketle kızın elini, sağ eliyle tuttu ve dudaklarını kızın beyaz tenine bastırmayı düşündü. Eğer bunu yaparsa, kızılın kendisini çok yapışkan ve çok abazan sanacağını biliyordu. İşin aslı abazandı. Ama onun yaşındaki herkes öyle değil miydi zaten?

Kızın elini bıraktı ve hafifçe gülümsedi. Erkeklerle pek işi olmayan bir kızı tavlamaya çalışmayalı çok zaman olmuştu ve anlaşılan bu kıza öyle çok kolay yaklaşamayacaktı. Olsun varsındı, elinden geleni ardına koymayacaktı. Hem, zoru seven o değil miydi? Zor şeylerin sonunda, güzel şeylerin olacağına inanan o değil miydi? El değmemiş, masum, bozulmamış ve doğal haliyle güzel olan her şeye ilgi duyan da oydu… Ve evet, kızıl tutkunuydu. Koku’yu okuduğu günden beri böyleydi. Patrick Süskind’in bazen çok boğan ama her daim en güzel betimlemeleri yaptığı, okumaktan asla bıkmadığı bu kitabı, ona en güzele sahip olmak için her şeyi yapması gerektiğini anlatmıştı (bir de kızılların her daim en güzel, en çekici, en karizmatikler olduğuna dair bir inanç geliştirmesinde önemli olmuştu). Ve bundan yola çıkarak, gerçek aşka ulaşmanın yolunu, çok daha az âşık olunan kadınlara sahip olmakta bulmuştu. Karşısındaki kızın, ulaşabileceği en üstün nokta, tırmanabileceği e yüksek basamak olduğunu biliyordu ve ne kadar zorlansa da, ne kadar zaman kaybetse de asla pes etmemeye kararlıydı.

“Emin ol çok daha iyi taktiklerim var, bunları bir daha ki karşılaşmalarımıza saklıyorum. Bu arada adım Alexander. Ve beni diğerleriyle karşılaştırmamalısın, onlardan daha farklı ve daha iyi biri olduğumu söyleyebilirim.“ Kendinden fazlasıyla emin konuşmuştu. Bir şekilde mutlaka karşılaşırlardı. Aslında, kızın Harrison Jewell’da okuduğunu tahmin ediyordu, geçen yıl ona çok benzeyen birini gördüğünü anımsadı. Kızın yüzünü daha dikkatli inceledi, ama yüzleri anımsamakta o kadar iyi değildi. Babasının zıttıydı bu konuda. Nicolas’ın yüz hafızası oldukça genişti ama isimleri hatırlamakta çok büyük sorunları vardı. Alexander ise, tanımadığı birini asla hatırlayamazdı. Çünkü insanları görünüşleriyle değil de, karakterlerindeki dikkat çekici noktalarla anımsardı.

Kızın kendisine olan bakışlarını kendinden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun tekrar karşılaşacağımızdan olarak yorumladı ve konuşmasını sürdürdü. “Bir şekilde mutlaka karşılaşırız. New York küçük bir yer. “ Ve içinden ekledi, hele bir de ben bir şeyi çok istersem, eninde sonunda benim olur. İsteklerini elde edene kadar peşini bırakmazdı, çünkü uğraşarak, peşinde koşarak kazanılmış bir şey, doğrudan avucunuza düşen fırsatlardan kat be kat değerliydi. Bu güne dek, çok zengin olmalarına karşın, pek çok şeyi kendi uğraşlarıyla elde etmişti. Basit şeyler, ne kadar az yorulmasını sağlarsa sağlasın, asla Alex’e göre olamamıştı. Yorulmayı severdi. Çabalamayı. Bazen yenilginin tadını ucundan aldığı anda hırslanıp elinde gelenin en iyisini yapmak için uğraşmayı. Böyle biriydi Alexander. Karşısındaki kızdan da gerçekten hoşlanmıştı. Onu bir sevgili gibi kazanamasa da, en azından birlikteyken susabileceği bir arkadaşı olabilmeyi istiyordu. Bunu başaracaktı. Uğruna bir çok şeyden vazgeçmesi gerekse bile, yapacaktı.


En son Alexander de Blois tarafından Cuma Ağus. 05, 2011 3:33 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Josefine Abrahams
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Josefine Abrahams


Mesaj Sayısı : 106
Kayıt tarihi : 24/06/11
Nerden : Manchester/İngiltere

New York I love you but you're freaking me out Empty
MesajKonu: Geri: New York I love you but you're freaking me out   New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimeC.tesi Tem. 23, 2011 5:54 am

Elini çocuğun çenesinden çekme fırsatı bulamadan onun avuç içinde buldu. Belki bu genç adam farkında değildi ama bedenleri öylesine yakın duruyordu ki nefesleri birbirine karışıyordu ve itiraf etmek istemese de bu Joey’i heyecanlandırıyordu. Ne diye heyecanlanıyordu ki? Alt tarafı bir daha görmeyeceği bir çocukla temas içindeydiler, yakın temas. Dikkatini topla, buradan uzaklaş. İçindeki ses her geçen dakika daha şiddetli olarak bunu bağırıyordu. Evet, gidecekti ama eli hala onun elindeyken uzaklaşma isteğinin bir değeri kalmıyordu. Sıkı sıkıya tutulan elini gevşetmek için birkaç hamlede bulundu, şu anda sıcağa şükrediyordu. Çocuğun eli terlemişti, belki biraz daha zorlarsa… Fazla uğraşmasına gerek kalmadan çocuk elini bıraktı ve hafifçe gülümsedi. Öyle sinsi bir gülüştü ki bu sanki ‘ne kadar saklamaya çalışsan da bundan hoşlandığını biliyorum’ diyordu ya da Joey o kadar paranoyaklaşmıştı ki her şeye farklı anlamlar yüklüyordu. Hangi seçenek olursa olsun, kızın içgüdüleri bu genç adamın onun peşini bırakmayacağını söylüyordu. Madem onu yatağa atmak için bu kadar istekliydi, Joey çocuğa ne kadar yanlış bir tercihte bulunduğunu seve seve gösterebilirdi. Hatta göstermesi için dostlarını çağırabilirdi. Mesela Luther. New York’ta güvenebileceği tek erkek o’ydu ve güveninin boşa çıkmayacağını biliyordu. Ne de olsa onu bir grup azgın gencin arasından kurtarmıştı, tek bir tanesinden kurtarmak onu pek de yormazdı. “Emin ol çok daha iyi taktiklerim var, bunları bir daha ki karşılaşmalarımıza saklıyorum. Bu arada adım Alexander. Ve beni diğerleriyle karşılaştırmamalısın, onlardan daha farklı ve daha iyi biri olduğumu söyleyebilirim.“ Olmayacak şeylere kesin gözüyle bakmak? Bu Joey için delilik gibi bir şeydi ve karşısındaki çocuk şu an tam da bir deli gibi davranıyordu. Bir daha ki karşılaşmalar? İm-kan-sız. New York gibi insan sayısının her geçen gün arttığı bir şehirde yoldan geçen herhangi birini ikinci kez görmeyi bırak, insan kendi arkadaşlarını bile zor görüyordu yahu. Ah, hayır. Nasıl da önceden düşünememişti? Onun yaşlarında genç bir adam, büyük ihtimalle liseye gidiyor ve zengine de benziyor… Şu şehirde zenginlerin itimat gösterdiği tek bir okul varsa o da Joey’nin gittiği şımarıklar ve kaçıklarla dolu olan Harrison Jewell’dı, tabii erkekler içinse de Sir Stafford. Okulda son senesi olduğunu, daha geçen senenin başında buraya geldiğini ve yaşadığı güven sorunlarını düşünürsek farklı bir liseye geçme gibi bir ihtimali yoktu. Ve elbette annesi bu kararını sorgulayacaktı. O zaman ne diyecekti ki? ‘Okuldaki bir çocuktan kaçıyorum.’ Farklı bir okula geçmek için mükemmel sebep. Tabii şu an ihtiyacı olan tek şey ise farklı bir okuldan çok farklı bir mekandı. Mağaza yetkililerinin anlamsız bakışlarının üstünde gezdiğini hissediyordu. Biraz haklı olduklarını da göz önünde bulundurursak şu yakın temas olayını kesmeli ve kendini insan kalabalığının arasına atmalıydı, belki çıkmadan önce şu üzerindeki elbiseyi de satın alabilirdi.

Bir süredir başka yerlerde gezen gözlerini çocuğa doğru çevirdi, bakışlarına neler olduğunu anlamayan bir ifade yerleştirdi. Biraz saf ayağına yatmak iyi olabilirdi. Çocuk onun gözlerindeki aptal bakışlardan bir anlam çıkarmış olacak ki konuşmaya devam etti. “Bir şekilde mutlaka karşılaşırız. New York küçük bir yer. “ Bu sözlerinden de anlaşıldığına göre Joey şu anda çekip gitse çocuk peşinden gelecekti. ‘Belki de saplantılı bir kaçıktır,’ diye düşündü. Zaten ne zaman normal biri onu bulacaktı merak ediyordu, sorunu kendisinde aramayı hiç denememişti tabii. O da çatlak olduğu için böylelerini çekiyor da olabilirdi falan. “Madem bir daha karşılaşacağımızdan bu kadar eminsin…” diye başladı sözüne, yüzüne şeytani bir gülümseme yayıldı. Saçının bir tutamını kulağının arkasına sıkıştırdı ve dudağının kenarını hafifçe ısırdı, arkadaşları bunu yaptığında çok şeker olduğunu söylüyorlardı. “Evet, madem ki bu kadar eminsin… Bu arada adım ne demiştin? Ah, tamam Alexander.” Alex’in dudaklarının hafifçe kıvrıldığını görebiliyordu, yine de gülmeye başlayıp takındığı tavrı mahvetmedi. “Ne diyordum? Evet, evet… Bir dahaki karşılaşmalarımızdan önce beni biraz özlesen fena olmaz sanırım,” diyerek bitirdi. “Şimdi izninle,” dedi eliyle ‘kış kış’ işareti yaparak. Alex’in hafifçe yana kaymasından yararlanarak kabinlere doğru minik adımlar atarak yürümeye başladı. Tam kabinin perdesini açıp içeri girecekti ki daha az evvel elini sarmalayan eli, bu seferde kolunda hissetti. “Hiç pes etmeyeceksin değil mi?”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alexander de Blois
Sir Stafford | IV. Sınıf
 Sir Stafford | IV. Sınıf
Alexander de Blois


Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 06/07/11

New York I love you but you're freaking me out Empty
MesajKonu: Geri: New York I love you but you're freaking me out   New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimeCuma Tem. 29, 2011 8:41 am

“Madem bir daha karşılaşacağımızdan bu kadar eminsin…” dediğinde genç kız, Alex’in yüzüne fazlasıyla geniş ve neşeli bir gülümseme kapladı. Aklına ilk gelen şey kızın kendisini kabul ettiğiydi. Ki böyle bir mucize, gerçekten çok çok çok neşeli bir gülümsemeyi hak ederdi. Gözleri kızın hareketlerini delicesine bir hızla takip ediyordu. Kızın, yüzüne düşen bir tutam alev rengi saçı kulağının arkasına atışı ve bu hareketi takipen kırmızı dudaklarını ısırışı, Alex’i kendinden geçirmeye yetti. “Evet, madem ki bu kadar eminsin… Bu arada adım ne demiştin? Ah, tamam Alexander.” Gözlerinde hoşnutsuzlukla baktı kıza, onun yüzünde ciddi olmayan çalışan bir ifade gördüğündeyse adının unutulmuş gibi yapılmasını pek üstelemedi. Bu, pek çok kızın yaptığı bir şeydi. Hem kadınlar bir şeyi genelde hiçbir zaman unutmazlardı. Bu sebeple genç adam adının hatırlanacağına kesin gözüyle bakmaktaydı. Yine de yüzünü buruşturdu. İsminin bir an için gerçekten de unutulduğu düşüncesi hoşuna gitmemişti. “Ne diyordum? Evet, evet… Bir dahaki karşılaşmalarımızdan önce beni biraz özlesen fena olmaz sanırım. Şimdi izninle” diyerek Alex’e hayvanları kovarken yapılan o malum el hareketini yaptı; kış kış. Alexander bu kez gerçekten de şok içindeydi. Tam da bu sebeple kızın yanından geçip gitmesine izin verdi. Kız tam kabinin perdesini açacağı sırada birkaç hızlı adım attı ve kızın kolunu yakaladı sağ eliyle. “Hiç pes etmeyeceksin değil mi?”

Pes etmek mi? Asla. Pes etmek onun sözlüğünde yer almayan kelimelerden biriydi, sonuna kadar uğraşırdı, onun tarzı buydu. Çok ister ve alırdı. Almak için çabalamayı severdi. Sözlüğünde yer almayan bir diğer cümle yapısı ise tükürdüğünü yalamaktı. Asla ama asla yapmam dediği bir şey. Bu arada eli, kızın kolunun üst kısmından bileğine doğru inmişti. “Pes etmemekle ilgili değil bu. Sadece… İşte buradayım ve seni özledim.” Yüzüne gerçekten etkileyici denilebilecek bir gülümseme yerleştirdi. Yeşil gözleri içtenlikle parlıyor olmalıydı, öyle düşünüyordu Alex. Kızın açık renk gözlerine baktı önce, sonra kızıl saçlarında dolandı gözleri, dudaklarına indi. Kızın beyaz teninin göründüğü kadar pürüzsüz olup olmadığını merak etti ve bunu anlamak için baş parmağıyla hafifçe okşadı kızın bileğini. Bu, isteyerek yapılan bir hareketten çok elini rahatlatmak için yaptığı, bir anlam ifade etmeyen bir şey gibi duruyordu. “Sanırım seni özlemiş olmam da bir dahaki karşılaşmamızın şartıydı, öyle değil mi? Ve bir de, ikinci karşılaşmamız ama hala adını bilemiyorum, bir dahaki karşılaşmamızda ne diyerek seslenmeliyim sana?” Yüzüne bilmiş bir gülümseme yayılırken yanlarına yaklaşan mağaza görevlisine kaydı gözleri. Siyah saçlı kadın, yüzünü endişeyle buruşturmuş bir biçimde kızıl saçlı kız ve Alex’e bakıyordu. “Bir sorun mu var, efendim?” diye sordu yapış yapış ve yapmacık bir endişeyle örülü bir sesle. Aslında normal bir şartta görevli kızın sesi güzel olabilirdi, ancak bileğinden tutmakta olduğu kızın, meleklere yaraşır sesini duyduktan sonra bir daha asla başka bir kadının sesini beğenmeyevekti büyük ihtimalle.

Alexander etraftakiler için nasıl bir görüntü sergilediklerinin farkına, kızın sorusundan sonra vardı. Masum görünüşlü bir kızın bileğine yapışmış, onun gitmesini engelleyen ve yüzündeki gülümsemenin şirinliğine rağmen gözleri kızılın güzelliğinden doğan bir tutkuyla alec alev yanan bir genç adam. Mağaza çalışanının koyu kahve gözlerine baktı, ardından kızıl saçlı güzele ve tekrar çalışana. “Hayır, elbette bir sorun yok. Neden bir sorun olsun ki?” Kelimelerinde git başımızdan der gibi bir tonlama vardı. Siyah saçlı kadınla konuşurken, kızılın bileğindeki tutuşu gevşemişti ve bu fırsatı kullanan kız da kabine girmek için bir kaç adım attı. Alex onu engellemek için ileriye uzandı, yerde duran bir kağıda bastı, kaydı ve düşmemek için kızıl saçlı kıza tutundu. Elbette kız onun ağırlığını taşıyamayacak kadar zayıf olduğundan da, yüzünde bir şok ifadesiyle Alex’in tam karşısına düştü. Kızın dağılmış saçlarına ve yüzündeki ifadeye dağılmış ifadeye baktı ve aniden gülmeye başladı. Güya kızı fiziksel görünüşü ve seksi bakışlarıyla etkileyecekti, oysa büyük ihtimalle kızın aklında tam bir aptal olarak yer edeceğini düşündü. Bu düşünceyle birlikte etrafta ona deliymiş gibi bakan insan kalabalığına aldırmadan poposu üzerinden kalkıp dizleri üzerinde durdu, poposu üzerinde durmakta olan kızın sağ eline kibar bir beyefendinin yapacağı gibi tuttu ve kahkahaları arasında konuşmaya çalıştı. “Düzgün bir tanışmaya ne dersiniz, leydim?”


En son Alexander de Blois tarafından Cuma Ağus. 05, 2011 3:31 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Josefine Abrahams
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Harrison Jewell | IV. Sınıf
Josefine Abrahams


Mesaj Sayısı : 106
Kayıt tarihi : 24/06/11
Nerden : Manchester/İngiltere

New York I love you but you're freaking me out Empty
MesajKonu: Geri: New York I love you but you're freaking me out   New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimeSalı Ağus. 02, 2011 3:57 pm

“Pes etmemekle ilgili değil bu. Sadece… İşte buradayım ve seni özledim.” Yüzündeki gülümseye takılı kaldı birkaç saniye gözleri, ardından masumiyet içinde parıldayan gözlere doğru kaydı. Aynı şekilde çocuğun bakışlarını yüzünün değişik bölgelerinde hissediyordu, içten içe heyecanlandığını belli etmemek için ağzını açmamaya da dikkat ediyordu ayrıca. Çünkü ne zaman kafasının içi bu tarz cinsel dürtülerle dolsa ağzından çıkan her bir kelime onun için felakete dönüşüyordu. Her zaman mantıklı konuşan o kız gidiyor, yerine sarışın beynine sahip biri geliyordu ve Joey’nin onu pek sevdiği söylenemezdi. Sıkıca tutulmuş kolunda hafifçe dolaşan parmağı hissetti, eğer kolunda tüy olsaydı muhtemelen diken diken olurdu. Karşı cinse karşı her zaman soğuk ve uzak olan biri için böyle şeyler hissetmek garipti elbette ama insan kendine engel olamıyordu. Ergenliğin getirisi olmalı diye düşünmekten alamadı kendini. Yaşıt olduğu herkes kendini kucaktan kucağa atıyor ve bunları ballandıra ballandıra anlatıyordu, aslında onların kendini küçük düşürmesini izlemek hayli zevk vericiydi. İnsanların sevdiği kişilerle sevişmesine karşı çıktığı yoktu elbet, herkesin bu duyguları tatması gerektiğini de düşünüyordu ayrıca ama her gece baş biriyle olmanın mantığını anlamıyordu bir türlü. Bu kadar mı azgındı insanlar, kontrol edemiyorlar mıydı kendilerini?

“Sanırım seni özlemiş olmam da bir dahaki karşılaşmamızın şartıydı, öyle değil mi? Ve bir de, ikinci karşılaşmamız ama hala adını bilemiyorum, bir dahaki karşılaşmamızda ne diyerek seslenmeliyim sana?” Alex’in sesiyle düşüncelerinin arınışının ardından, çocuğun yaptığı düz mantığa gülmeden edemedi. Dışarıdan bakıldığında aptal göründüğü de bir gerçekti tabii ama öyle olmadığını anlamak için biraz konuşması da yeterliydi. Onlara doğru yüzünde yapmacık bir endişeyle yürüyen mağaza görevlisini gördüğünde içten içe rahatlama mı yoksa sinir mi hissettiğini bilmiyordu. Evet, az evvel kadını çağırmayı düşünen de o’ydu ama şimdi gelmesi sinirlerini hafiften bozmuştu. “Bir sorun mu var, efendim?” diyen kadının sesi yüzü kadar yapmacıktı. Sorun olacak ne vardı ki? Alt tarafı konuşuyorlardı, birilerinin işlerine burnunu sokmadan duramıyorlar mıydı bu görevliler allasen? Beyninin içinde dönen kelimelerle beraber ağzı şok içinde hafifçe aralandı. Bir iki dakika içindeki değişimi görülmeye değerdi, nasıl böyle bir ruh değişimi yaşamıştı anlamıyordu. Az evvel kaçmak istediği Alex şimdi kıymete binmişti, konuşmaları bölündüğü için kızıyordu. Gerçekten paranoyaklaştığı düşüncesi dolaşıyordu kafasında ya da bir çeşit ruhsal problemleri vardı, kişilik bölünmesi belki? Başka bir açıklaması yoktu çünkü yaptığının, en azından mantıklı bir açıklaması. Kafasının içindeki birbirine girmiş düşünceler yüzünden arka tarafta şiddetli zonklamalar hissetti, normalde boşta kalan eliyle o kısmı biraz ovalardı ama salak görevlinin ilgisini daha fazla çekmek istemiyordu. Alex’in üzerinde dolaşan bakışlarını tekrar hissetti, hiçbir tepki vermedi. “Hayır, elbette bir sorun yok. Neden bir sorun olsun ki?” Bunu söylerken Joey’nin bileğindeki eli gevşemişti, üzerindeki elbiseden git gide daha fazla sıkılan kız bu fırsatı kullanarak kabine doğru ilerledi. Amacı çocuktan kaçmak değildi, sadece eski kıyafetlerine geri dönmek istiyordu. Yine de tavırlarının etkisiyle çocuğun onun kaçtığını düşünmesini ve peşinden gelmesini yadırgamadı, kaygan zeminde biçimsizce çıkan ayak sesleri çarptı önce kulağına ardından ona tutunan bir el hissetti. El onu durdurmak için değil de ayakta kalabilmek için tutunmuştu ona, üzerine çöken ani ağırlığa dayanamadı. Kaygan tabanlı ayakkabıları kendiliğinden kaygan olan zeminde kaydı ve –küt.

Kendi yerde bulduğunda suratındaki ifadenin görülmeye değer olduğunu biliyordu, poposu çok acımıştı bir de yine de uzanıp okşayamıyordu. Tam karşısına düşen çocuğun şapşal bakışları ve ardından gelen kahkahası üzerine kendini tutamadan sırıttı. Olabilecek en kötü şeyler başına geliyordu zaten, daha fazla ne olabilir diye düşünmekten çekiniyordu bu yüzden. Poposu üzerinden kalkıp dizleri üzerinde ona doğru ilerleyen çocuğu izledi yüzünde gülümsemeyle, mağazadakiler bunlar ne yapıyor gibisinden bakışlarına aldırmamak için kendini zorluyordu ayrıca. “Düzgün bir tanışmaya ne dersiniz, leydim?” dedi çocuk, sağ elini havaya kaldırıp beyefendi gibi davranmaya çalışarak. Bu şekilde fazlasıyla komikti aslında ama gözünün önünde oluşan görüntülerin de etkisiyle kendini gülmekten alıkoyamadı. Aslında fazlasıyla içten bir kahkahaydı bu, buraya geldiğinden beri neredeyse içinden gelerek hiç gülmemişti. Şu saçmalığı bırakırsan,” yandan da gülmeye devam ediyordu. “Seninle bir kahve içebilirim ama önce yerden kalkmalıyım.” Elini çocuğunun elinden çekti ve yere tutunarak ayağa kalktı, yardım etmek istercesine elini tekrar Alex’e uzattı ve kalkmasına yardım etti. Hala onları izlemekte olan mağaza ahalisine ters bakışlar attı ve yüzüne yumuşak bir gülümseme kondurup tekrar çocuğa döndü. “Bu arada ben Josefine.” Alex’in yüzündeki gülümsemeyi gördüğünde içten içe sevindi, eliyle bir dakika işareti yaparak kendini kabine attı. Üzerindeki boğucu kıyafetten kurtularak kendi rahat giysilerine döndü, dağılmış saçlarını parmaklarıyla hafifçe düzeltti ve kıyafeti koluna atarak geri çıktı. “Öncelikle şunun ücretini ödeyeyim, sonra gidebiliriz. İstiyorsan tabii?” dedi gözlerinde hafif kuşkuyla duvara yaslanmış çocuğa bakarken. Alex’in bakışlarında bu soruyu sorduğuna göre delisin sen diyen bir ifade vardı, kasaya doğru ilerledi çocuğun onu takip edeceğini biliyordu. Az evvel onların yanına gelip sorun olup olmadığını soran kadın yüzünde yine aynı yapmacık ifadeyle yine bekleriz, umarım memnun kalırsınız gibi kalıplaşmış ifadeler içinde onları uğurladı. Akşam güneşi altında yürüyen insanların arasına karıştıklarında ikisinin yüzünde de mutlu olduklarını gösterebilecek bir gülümseme vardı. “Umarım iyi kahve yapan bir şey biliyorsundur, Starbucks kahvelerinden sıkıldım artık.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alexander de Blois
Sir Stafford | IV. Sınıf
 Sir Stafford | IV. Sınıf
Alexander de Blois


Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 06/07/11

New York I love you but you're freaking me out Empty
MesajKonu: Geri: New York I love you but you're freaking me out   New York I love you but you're freaking me out Icon_minitimeCuma Ağus. 05, 2011 3:27 pm

Kızın melekleri kıskandıracak kahkahasını dinlerken sadece gülümsedi, kızın kahkahası kendi kalın sesine karışırken mutlu olduğunu düşündü. Gerçekten de mutlu olduğunu düşündü ve Paris’ten geldiğinden beri ilk kez aklına sızmış oldu bu düşünce, böylece. Aslında burada da pek tabii mutlu olabilirdi, hem de çok mutlu. Belki henüz çok sağlam bir arkadaş çevresi yoktu, Anthony hariç, okula alışık değildi, ortam ona çok boğucu geliyordu, insanların çoğu kendini bir halt sanan züppelerdi ve Amerikalıları İngilizler kadar sevmiyordu, ama olsundu, burada kalacağı süre içinde tüm bu düşünceler ve tüm bu gerçekler kesinlikle kolayca silinebilir, değiştirilebilir, yalanlanabilirdi. Hatta şimdiden bunları yapmaya başlayacaktı da. Örneğin züppe olma konusu, şu çok kısa tanışmalarında, ve ondan da kısa konuşmalarında genç kızın züppe dışında her şey olabileceğine emin olmuştu. Hatta ve hatta onun New York’ta görebileceği en masum ve en şirin, aynı zamanda en çekici ve en güzel kız olduğuna da emin olmuştu. Öyleydi de zaten; meleklerden alınmış sesi, güzelliği ve gülümsemesi sadece bir maske olabilirdi belki, ama Alexander bir şekilde, onun bundan fazlası olduğunu hissediyor, onu daha yakından, çok daha yakından tanımak için engelleyemediği bir istek duyuyordu.

“Şu saçmalığı bırakırsan, seninle bir kahve içebilirim ama önce yerden kalkmalıyım.” Kahkahaları arasında konuştu ve elini Alexander’ın elinden çekti zarif bir balerine ait olabilecek kadar yumuşak bir hareketle. Kızın sıcaklığını ellerinden yitirdiği sırada, sözlerinin anlamları doluştu beynine. Bir kahve içmek? Elbette, tabii ki, hiç şüphesiz bu hareketlerimden vazgeçebilirim bunun için. Bu, iki genci de rezil olmaktan kurtarmak için öne sürülen bir yem olabilirdi belki, ne de olsa onlara kınamayla bakan gözler üzerlerinden bir saniye de olsa ayrılmamıştı. Ama kızın gözlerinde parlayan bir şeyler, bunun gerçek olduğunu düşündürdü ona. Alex evet dercesine salladı kafasını. Bu arada kızıl düştüğü yerden kalkmış, Alex’in kalkmasına yardımcı olmak için elini genç adama uzatmıştı. Esmer çocuk, yardımı zevkle kabul ederek eli hafifçe tuttu ve ayağa kalktı hızla. Bu sırada heyecandan ne yapacağını bilemiyor sayılırdı. Tanrı aşkına, kızlarla ilişkileri her daim iyi olan, mösyö çapkına neler oluyordu böyle? Bir kızın elini tuttuğu için heyecanlanır mıydı mon şer Alex? Aynı soruları kendine soruyor, bir cevap bulamadığında da başka başka sorulara geçiyordu. Aslında cevap tam oradaydı, sol akciğerin biraz altında, göğüs kafesiyle korunan o kan dolu yaşam organının içinde, ancak o kadar cılızdı ki, Alex bunu duyamıyor, duysa da anlayamıyordu. Kalbinin ona söylediği bu kızın özel olduğuydu. Alexander da kısa sürede anlayacaktı bunu elbet. “Bu arada ben Josefine.” Et voila! Artık bir adı vardı kızıl kraliçenin. Josefine diye tekrarladı içinden, aklında bir şeyler oluştu inceden, ardından düşüncenin ucunu kaybetti. Zaten Josefine de, Alexander’a düşünmek için yeterince zaman vermek için en iyi anı yakalayıp, parmağıyla bir dakika işareti yaptıktan sonra soyunma kabinine girdi.

Alex tam olarak onun kabinin karşısındaki duvara dayandı ve bu ismin onu neden bu kadar etkilediğini düşünmeye başladı umutsuzca. Josefine, Josephine’di Fransa’da, yani isim bu sebeple tanıdık geliyor olalıydı genç adama. Gözlerini kapattı ve şakaklarına masaj yaparak düşünmeye devam etti. Sonra bir anda, başının üzerinde bir ampul yandı. Tarih dersleri, Fransız Devrimi, 1794’te giyotinle idam edilen kral Alexander de Beauharnais… Ve eşinin ismi; Josephine. İşte bu, diye düşündü, anlaşılan isimlerin ingilizceleştirilmiş halleri de olsa, tüm Alexander’ların kaderi, Josefine’lerleydi. Bu düşünceyle içinde yükselen kıkırdama isteğiini bastırdı ve neşeli bir gülümseme yayıldı dudaklarına. İmparatoriçe Josephine ve İmparator Alexander’ın bir kızları vardı; Eugene. Güzelliği ve kızıl saçlarıyla nam salan bu genç kadın, İngiltere tahtına oturmuştu. Acaba kabinde giyinmekte olan bu güzel kızılla, Kraliçe Eugene’in bir kan bağı var mıydı? Olsa da olmasa da, genç kızda fazlasıyla soylu bir asalet vardı. İnkar edilemezdi bu.

Josefine kabinden çıkıp “Öncelikle şunun ücretini ödeyeyim, sonra gidebiliriz. İstiyorsan tabii?” dediği anda, ona inanamayan gözlerle baktı. Senin dikkatini çekebilmek için kendimi tam bir salak gibi gösterdim, sence bir kahve içmek istemiyor gibi bir halim var mı? diye sormamak için zor tuttu kendini. Josefine’le bir kahve için pek çok şeyi feda etmeye hazır olduğunu da söyleyebilirdi pek tabii ama tek kaşını kaldırıp ona bakmak ve gülümsemekle yetindi. Genç kız kasaya doğru ilerlerken, Alex de onun hemen ardından kasaya ilerledi. İşlemleri yapan kızın, az önce yanlarına gelen kız olduğunu görünce yüzünü buruşturdu ve Josefine’in duru güzelliğini izlemekle yetindi. Nihayet ödeme bittiğinde, yanyana yürüyerek cam mağaza kapısından dışarı attılar kendilerini. Alex genç kıza ne çok yakın ne de çok uzak bir mesafede duruyordu. Arkadaşça bir yakınlık gibi duran bu görüntü, biraz daha fazlası olmaya umutluyum ifadesi de taşıyordu. Başını yana çevirip kıza baktı ve gülümsediğini gördüğünde kaşlarını kaldırarak herkesin şirin bulduğu bir gülümsemeyle cevap verdi ona. Umarım iyi kahve yapan bir şey biliyorsundur, Starbucks kahvelerinden sıkıldım artık.” Yüzündeki gülümseme iyive genişledi, neredeyse kulaklarına dek yayılmıştı dudakları. Gözleri parıldadı genç adamın ve kıza biraz daha yaklaştı, kolları birbirine hafifçe sürtünüyordu.

“Tanrım nihayet benimle aynı fikirde olan biri. Starbucks asla ama asla sahip olduğu ünü hak etmiyor.” Ardından sağ elini cebine saoktu ve hızla internete girip New York’un bulundukları kesime en yakında olan en iyi kahvecisini buldu. Paris’te olsalar adresi çok net biliyordu ancak burada yeniydi ve her kafe, restoran ve barı keşfedecek kadar enerjiye sahip hissetmemeişti kendini. Kendisini izlemekte olan kızla göz göze geldi ve hızla açıklamaya girişti. “Burada yeni sayılırım. Pek tabii benim ana vatanımda olsaydık, seni Fransa’nın en iyi kafesine hızla götürebilirdim ancak şimdi elimin altında arama motorları ve harita uygulamaları var ve bu da biraz zaman alıyor. Burada yazdığına göre de Bluebird Coffee Shop da New York’un en iyi kahvelerinin bulunduğu yermiş.” Yüzünde küçük çocukların yeni bir şey öğrendikleri zaman yüzlerine yayılan ifadenin aynısı vardı, halinden fazlasıyla memnun ve yeni bir şey deneyecek olmasından dolayı heyecanlı. Gözleri güneşin kızıl, turuncu ve hafifçe pembeleşmeye başlayan ışınlarında gezdirdi, ardından kıza baktı tekrar. Sessizce yürüdüler ve sonra ışıklara geldikleri anda Alex pek sık yapmadığı bir şeyi yaptı, yayalara yanan kırmızı ışıkta genç kızı kolundan tuttuğu gibi peşi sıra sürükleyerek ve delicesine bir hızla koşarak karşıya geçti. Yanakları hafifçe pembeleşti, kızın bakışlarından hala çocuk gibisin diyen bir şeyler çıkardığında ise hızla savunmaya geçti. “Çocuk gibi olduğumu düşünüyorsun. Tanrım. Gözünde önce sülük, sonra şapşal, şimdi de bir çocuğum. İçlerinden hangisinin en kötü olduğuna karar veremiyorum. Ama sanırım çocuğu tercih ederim.” Kıza baktı, yayaların arasında tekrar yürümeye başladıklarında ise telefondan haritaya baktı. Duraksadı. Josefine de onunla birlikte durdu. İlerde akıp giden kalabalığa baktı genç adam, sonra arkasına baktı, telefondki haritaya baktı ve sonra Josefine’e. Başını kaşıdı ve utangaç bir şekilde dudaklarını büktü. Kızın meraklı gözlerine baktı bir süre için, parmağıyla arkarında kalan kısmı gösterdi ve konuşarak yürümeye başladı. “Sanırım seni biraz fazla yürüttüm. Çok üzgünüm. İstersen kucağımda taşıyabilirim seni? Böylece yorulmazsın.” Dudaklarında alaycı bir gülümseme vardı, gözlerinde ise hinlik. "Gerçekten mi? Ciddi olamazsın, ikinci kez düşmek mi istiyorsun sersem." Kızın kelimeleri kahkahalarla birlikte çıktığı için Alexander fazlasıyla rahat bir biçimde gülümsedi, eh, en azından arkadaş olabileceklerdi.

“Ah düşmemiz kesinlikle senin hatandı. Ne de olsa beni tutamayacak kadar zayıf olan sensin, havuç.” Kıza tek kaşını kaldırarak baktı ve şakacı bir biçimde gülümsedi, kızın şaşkınlıkla kocaman açılan ağzına baktı ve bir an için çenesini yukarıya itip ağzını kapatmayı düşündü. Ardından vezgeçti bundan, kızın ne tepki vereceğinden emin olamaması en büyük etkendi elbette. Kızın kahkahalarını duyunca Alex de gülmeye başladı ve tam karşılarında duran kapıyı çekerek açtı. “İşte, nihayet buradayız.” Josefine’in sağ kolunu tuttu ve kızı peşi sıra sürükleyerek cam kenarında bir masaya oturdu. İçerisi açık kahve, bej ve mavinin kusursuz birlikteliğine uygun bir biçimde düzenlenmişti ve oldukça kaliteli bir kahve kokuyordu etraf. Bu kokuyla kocaman gülümsedi genç adam.




[/size]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
New York I love you but you're freaking me out
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» New York, New York
» New York'a Dönüş
» No regrets, just love.
» Dee & Tuck | a love diary
» I guess I started to love philosophy.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: The New York City :: Diğer Yerler & Mekanlar-
Buraya geçin: