Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dedikodunun kalbine hoşgeldiniz!
 
AnasayfaGirişLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Son Dedikodu!
Yılın İlk Partisi! Halloween!

Mona görevini yerine getirmeye karar verdi anlaşılan. İlk partisi de Halloween Partisi! Şimdiden kaydolmanızı şiddetle öneriyoruz.

-----------------
Devamı için buraya tıkla!
NY’nin En Popülerleri
-Ramona A. Lindström-
Şöhret: 60



-----------------

-P. Juliet Prideaux-
Şöhret: 58



-----------------

-Claudia Harrison-
Şöhret: 57



-----------------

-Martius Griswold-
Şöhret: 47



-----------------

-Jeremy Jimmy Monteiro-
Şöhret: 38



-----------------

lcnews.net


Resme Tıklamanız Yeterli! (:
Etkinlikler


HALLOWEEN PARTİSİ
Queen Mona senenin ilk partisini veriyor! Kostümlerinizi hazırlayın.

DURUM: BAŞLADI. - 3 hafta sürecek.

-----------------

CATWALK: SONBAHAR
Artık mevsim mevsim çıkıyor.

DURUM: Eylül'de gelecek.
Sanal Dünya’da L&C


Facebook fan sayfamızı beğenmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:



Twitter profilimizi takip etmeyi unutmayın, resme tıklamanız yeterli! (:
En son konular
» Diana Ross
Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimetarafından Diana Ross C.tesi Mart 09, 2013 10:12 am

» Model Kayıtları
Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:43 am

» Sandara Park
Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimetarafından Sandara Park C.tesi Eyl. 15, 2012 7:41 am

» Yönetim.
Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimetarafından Isaac Yarevni Cuma Eyl. 14, 2012 9:08 am

» Erkek Basketbol Takımı & Kız Çim Hokeyi Takımı Alımları
Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimetarafından ZaynMalik Salı Tem. 03, 2012 9:31 am


 

 Sonra insanlar birbirlerini yediler.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Julian Belcourt
Oyuncu
 Oyuncu
Julian Belcourt


Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 22/01/11

Sonra insanlar birbirlerini yediler. Empty
MesajKonu: Sonra insanlar birbirlerini yediler.   Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimeC.tesi Tem. 09, 2011 4:50 pm

Sonra insanlar birbirlerini yediler. J

Soğuk. Klima ne kadar gürültülüyse o kadar da soğutmuş odayı. Eğer gündüz olsaydı ve üşümeseydi, iyi. Ancak şimdi müzik dinleyemeyecek ve üzerinde yattığı battaniyeyle yer değiştiremeyecek kadar yorgun. Telefonun melodisi "Good Day Sunshine" bile uykusunu bölen bir kabus, sanki gerçekten sık sık telefon görüşmeleri yapan biriymiş gibi kendini eve attığından beri durmadan birileri arıyor. Kapatmıyor ama cevap da vermiyor çağrılara, eğer Desire ya da önemli birisi (önemli derken değer verdiği kişiler aslında, ama bu kategori çok kısıtlı) arayabilir diye her defasında gözlerini yakan ekrana bakmak zorunda kalıyor. 7 cevapsız arama kendisi için bir rekor sayılabilir. Yakın zamanda daireye bir telefon almalı, bağlantı var ama telefon yok. Keşke Jessamine'i geçiştirmeyip yardımını kabul etseydi, en azından ev eksiksiz olurdu her ne kadar zevksiz olsa da. Geçen günlerde tuvalete girdiğinde havluları asacak bir yer olmadığını fark etmişti, tek sorun hiç havlusu olmamasıydı. Duştan sonra da zaten plaj havlusunu kullanıyordu, bornozunu evde bırakacak kadar istikrarlıydı. Yalnızca odasından seçtiği eşyaları getirmişti. Birkaç giysi. Evde henüz keyifle vakit geçirdiğini hatırlamıyordu bile. Yalnızca Playstation oynuyordu evde olduğunda, yalnızca Assasin Creed. Diğer oyunlarını getirmemişti arabanın bagajından, güya virajlarda sağa sola savrulduklarında bozulmalarından korkuyor ve seslerinden nefret ediyordu. Sonuç olarak hiçbir şey sağlamamıştı kendisine bu yalnız yaşama fikri ve gerçekleştirilmesi. Yarattığı sorunlar vardı ama, örneğin karnındaki hiç kaybolmayan açlık. Kahvaltı hariç diğer öğünlerini burada yemiyordu, ne yemek yapmayı biliyordu ne de evde herhangi birini çalıştırmayı. Bir de canını en çok sıkan şey aynı şimdiki gibi klimayı açık unutursa yüksek ayarda boynu ve omuzları tutuluyordu. Hayatında en nefret ettiği histi bu. Ama yataktan ayrılıp klimayı kapatamayacak kadar yorgundu. Kumandası neredeydi bilmiyordu bir de; herhalde Kumandalar Cenneti'deydi, büyük ihtimalle. 16 yaşına dönmek istiyordu, tembel olmayan 16 yaşındaki Julian Belcourt her şeyle baş edebilirdi.

Her şey değil, yalnızca önündeki iki aylık tatili. İki haftasını boşa geçirmişti, yalnız. Liseden birkaç kisi ile görüşmüş, Ben ile buluşmuştu. Ama tek sorun çıkaran Iwan oldu. Ne vermişti kendisine hatırlamıyordu adını ama sanki kurulmuş bir oyuncak gibi gece boyunca -ki o gece geçeli yaklaşık 36 saat oluyordu- yerinde duramamıştı. Ölüm anında olmasa dahi bir film şeridi gibi geçse son 36 saati, evet, iki uzun metrajlı film çekilebilirdi öyküden. Hatta karakterlerden yola çıkarak bir seri dahi ortaya çıkabilirdi. Şu saçma sapan adları olan kitap serileri okunuyorsa, neden bu "çok ünlü" oyuncunun yönettiği bağımsız filmler izlenmesin? Hayır, tatil. Tatilde bile saçma sapan filmler düşünerek geçiriyordu vaktini; oyunculuk yetmemişti, Xavier Dolan olmak istiyordu. Kaç sene olmuştu ki zaten?

Ayağa kalmamayacak kadar güçsüzdü. Bir rüya değildi ancak bu ayın kaçında ve günlerden ne olduğunu bilmediği an geçip gitmeliydi.

Karşı komşusunun yardımıyla kapı açılır açılmaz -emeklemiş miydi hatırlamıyordu- yatağa atmıştı kendisini. Ceketi hariç her şeyi üzerindeydi, ceketin akıbetine gelince önceki gece yarısından beri görmediği için nerede olduğunu hatırlamıyordu. Gucci'ydi, TEANRIM. Neler olmuştu hatırlamak istemiyordu.

Yastığı alıp duvara fırlattı, en azından denedi. Uyuşmuş parmakları yüzünden ancak başının altından çekebilmişti. Yüzünü yatağa yasladı, kesinlikle daha iyiydi. Kollarını iki yana acmıştı, parmak uçları telefonu üzerindeydi. Uyanmalıydı hiç uyuyamadığı rüyadan, yataktan ayrılmalıydı. Ama her saniye ayrı bir saat gibi geliyor ve parmağını dahi kıpırdatmak istemiyordu. Yaz tatillerinin ilk haftasında olduğu gibi. Gün boyunca uyumak istemiyordu ama, günü herkesten birkaç saat geç yaşamak. DELİLİK. Ve şimdi gerçekleşiyordu. Çocukluğundaki gibi. Gerçi o zaman Iwan ile yalnızca bisikletleriyle Manhattan ve Brooklyn'i gezmeye çalışırlardı gece boyunca. Ama şimdi yalnızca bir mekanda vakit öldürmüş ve şimdiye kadar hiç yorumladığı kadar yorulmuştu.

Perdenin aralığından üzerine gelen ışık ayrı bir cehennemdi zaten. Başını diğer tarafa çevirmeyi denedi, ancak güneşi omuzlarındaki ağrıya yeglerdi. Onun yerine yatağın diğer ucundaki yastığı buldu parmakları ve yüzünü örttü. 2 saat daha.

Evet, çocukluğundaki gibi ama daha az masumdu. Mısır gevreği yerken yüzünün kaseye düşmemesi icin uğraşmıştı, aldığı iki Asprin ise yarım saat sonra artık uyumak istememesini sağlamıştı. Baş ağrısı kaybolmuştu, tekrar duşa girip biraz daha rahatlayabileceğini düşündü. Soğuk suyun altında durdu öylece, dakikalarca, gözlerini yumdu ve suyun sesini dinledi. Hatırladığından daha iyi bir histi, parmakları büzüşene kadar kaldı orada, artık daha iyiydi. Gerçi tarihi öğrendiğinden beri hiçbir şey iyi değildi, olamazdı.

Odadaki dağınıklığa aldırış etmeyerek dolabına yöneldi. Birkaç dakika sonrasında hazırdı, üzerindeki tişörtten üç tane almış olmasına şükretti. İlk ikisi çoktan ölmüştüler ve bu model kendisi için oldukça rahattı. Rengini de seviyordu gerçi, çocuklar gibi: Mavi. Beyaz büyük Adidas Wings gözüne ilişti ayakkabı ararken, satın aldıktan sonra yalnızca birkez giymişti. Artık gülünç geliyordu kendisine ama dayanamadı ve onları giydi. Belki bir tebessümle karşılık verirdi ayakkabıları gördüğünde kendisine, yeterdi. Gerçi bunları aldığında da "Uçabilirim artık, baba bak." yaşında da degildi oysa. Ama değişmişti, her sene bir önceki seneden daha az salak oluyordu. Örneğin bir tablo hazırlamasını isteseler her senesini değerlendirmesi için. "Daha az salak" kısmındaki işaret sayısı yası ile doğru orantılı olurdu. Geçen sene değerlendirmeye "Ayrıca salağım." yazmışsa, bu sene ayni kısma "Geçen seneden daha az salağım." eklemeliydi. Kesinlikle, 17 kat için merdivenleri kullanacak kadar salak, ama bu defa asansörü bekledi.

Ray üzerindeki bej ceketten hala kurtulamamıştı anlaşılan, asansör görevlisi olmak dahi planlarında degilken bej ceket... Bu onun için bir hakaretti. Asansör yenilenmiş ve sarı ve tonlarını kullanılmıştı. Apartman yöneticisinin ilk kararı ona dore bir takım giydirmekti. Sonra bu beje çevrildi, ancak tabii ki hala memnun degildi bu renkten. Sinirlenince iyice bozulan aksanı bu ceket konusuna gelince tamamen İspanyolca'ya dönüyordu. Ön taraftan açılmaya başlayan saçlarından hayıflanıyordu şimdi de aynadaki görüntülerini izlerken, ırkının özelliklerini kaybettiğini falan düşünmüş olmalıydı ki tekrar birkaç İspanyolca küfür savurdu. Neden hala ülkesine dönmediğine anlam veremiyordu Julian. Ailesini 9/11'dan sonra, ki bu herhalde güzelliğini övdüğü karısının (adamın üzerinde hakimiyet kurduğu belliydi) bir fikriydi, burada yaşayamayacaklarına karar kılıp geri döndüklerini söylemişti. Para biriktirdiğinden bahsederken her defasında elindeki bu miktarla Kolombiya'da oldukça iyi bir hayatı olabileceğini anlatıyordu. Geri dönemeyecek kadar şehri sevdiğinden bahsederken yüzünü saklardı yaşlı adam. "Herkes buna alıştı." derdi, "Ailem bensiz daha iyi." Sonrasında da hala karısına aşık oldugundan bahseterdi, bazen cüzdanını çıkartıp fotografını gösterip.

"Bugün nasılsın Ray? Her şey yolunda, değil mi?" İyi bir zamanlaydı, yalnızca iki kat ve zemin katta asansörü bekleyen birisi vardı, en fazla bir cümle kurabilir ve aglamazdı. Yoksa Julian ona eşlik etmekten korkuyordu. "Şu Go Oyunu'ndaki gibi, her şey daha az düşünürsem iyiye gidiyor." sesindeki kinayeyi karşılık vermeden çoktan durmuştu asansör. Gözlerini kaçırarak "İyi günler." dedi ve hızla dışarı çıktı. Taksi, en iyisi. Nasıl karşısına çıkacağını bilmiyordu oysa. Dakikalarca havada kalmadı eli, yanan kırmızı ışık işine yaradı, yavaşladığını sandığı ilk taksi hayalkırıklığına uğratsa da kendisini ikincisi yaklaştı kaldırıma.

"59th Street, Four Seasons." Hava sıcak olmasaydı yürümeyi deneyebilirdi. Ama taksi ona vakit sağlardı düşünmek için. Klimayı da yeğlerdi tabii.
Cebindeki telefonu buldu parmakları, saati gördüğünde biraz olsun rahatladı. Yarım saat içinde gunes batardı, en fazla 10 dakikası alırdı yol. Onunla konuşmak için havanın kararmasını bekleyebilirdi, güneşten nefret ettiğini söylüyordu her fırsat bulduğunda. Güneşe yakalanmadan yapmalıydı her şeyi, otele gittiğini hatırladı. Odasını tahmin edebiliyordu, perdeleri. Rehberde ilk siralardaydi, adını seçip aradıktan sonra telefon birkaç kez çaldı. "Hadi, lütfen, aç. Lütfen. Benim, yalnızca ben. Hataydı, benim hatam. Lütfen, aç." Meşgule aldı ve birkac saniye içinde mesajı geldi: "Uyuyorum." Tabii ki uyumuyordu ama odasında olabilirdi. Eğer yoksa dahi bir şey kaybetmezdi, en kısa zamanda bulmalıydı onu. En kısa zamanda.

Parayı uzattıktan sonra tek kelime etmeyip ayrıldı arabadan. İçeri girdiğinde -sonunda- havalandırması doğru düzgün çalışan bir yerdeydi. Ne evi gibi soğuk, ne araba gibi sıcak. Ve resepsiyon. Hayır, ihtiyacı olan bu değildi. Doğal tavırlar sergilemeye çalıştı, gülümsedi ve güvenlik görevlisine başıyla selam verdi. Eğer konuşursa sesinin çatlayacağından emindi, sessiz kaldı ve asansöre doğru yürümeye devam etti. Yalnızca hangi katta olduğunu biliyordu. Teker teker kapıları çalsa fark edilir miydi? Edilse en azından bir tartışma çıkar ve onun dikkatini çekebilirdi. Kendisini kabul etmeyeceğini biliyordu ama- Şansını denemeye değerdi. Kata geldiğinde asansör "nefret ettiğini söylediği sayı" söndü, bu nefret konusu sayesinde biliyordu hangi katta kaldığını. Neden oda numarasını söylememişti, o rakamdan da nefret etmiyor muydu?

Koridorda duraksadı biraz. Tahmin yürütmeye çalıştı, bir süit olmalıydı. Belki koridorun başlarındaki odalar- Sağ tarafa yöneldi. Eğer onunla karşılaşırsa ne diyeceğini bilmiyordu. Adımlarını yavaşlattı, düşüncelerini duymak için olsa gerek ses çıkarmamaya çalışıyordu.
Bir ses duydu, koridorda başka birisi daha vardı çünkü bir kapı kapandı. Duvar kağıtları saklamaz mıydı onu? Yavaşça ardına döndü, davetsiz olduğunu kimse fark etmemeliydi. Dee'nin yeni giysileriyle odadan çıktıktan sonra ya da bir şeyi tanır veya gösterirken söylediği gibi -bunu 9 yaşından beri yapmıyordu oysa ki- büyük bir: TA DAM! Şimdi ölebilirdi.

Altına yeşil bir şort, üzerine beyaz askılı bir tişört giymişti. Elinde yalnızca telefonu vardı. Kapattığı kapıyı açmayı denedi, olmadı. Önüne düşen tutanları kulağının ardına sıkıştırdı ve açtı kapıyı. Yüzündeki ifadeye anlam verememişti, yalnızca telaş vardı gözlerinde. Julian haraket edene dek çoktan girmişti içeriye. Kapının önüne gitti, gölgesini görebiliyordu. Ne yapmalıydı bilmiyordu. Ne söyleyebilirdi ki? Yoksa sessizce çekilip gitse...

Birkaç ay kurulmayan iletişimle aralarındaki bağ tamamen kesilebilirdi, kaybedebilirlerdi birbirlerini. Aslında istediği buydu şu an için, ama şu an için, birkaç dakika kaybolsa ve sanki saatlerce düşünmüş gibi geri dönse. Kimse fark etmeden, aynı şu Megamınd'taki Brad Pitt'in seslendirdiği Metro Man gibi. Geçen hafta birlikte izlemişlerdi, ama kötü adam kazanmıştı, iyi ve kötü adam, aynı kendisi gibi.

Ama hiç mi hiç farkında olmamıştı ki vaktin, hakim değildi kendisine, Aklında kalan her şey çok silikti ve bir şeyler hatırlamaya çalıştığında başına bir ağrı saplanıyordu sanki.
"Biliyorum, bana kızgınsın." Karşılık alamadığını görünce devam etti, sesini alçalttı ve kapıya yaklaştı. "Farkında değildim günün, gerçekten. Bir arkadaşım geldi, 3 gün falan oluyor ve onunla bir yerlere gidebileceğimizi düşünmüştük. Sonrası ise, bana ne verdiğini bile hatırlamıyorum. Eve geldiğimde neredeyse iki gün geçmişti, güneş doğuyordu ve ben akşama dek nasıl hazırlanacağımı düşünüyordum yatağımda uyuklarken, biliyorsun, şey için."

"Üzgünüm, oldukça üzgün." dedi, "Bir çocuk gibi hangi günde olduğumu bilmeyecek kadar sorumsuzum, tek farkım herhalde bir çocukla masum değil de hatalı olmam." Alnını kapıya yasladı. "Üzgünüm, beni affet." Telafi için bir seçenek dahi yoktu.


En son Julian Belcourt tarafından Cuma Tem. 15, 2011 5:31 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Miller
Harvard | I. Sınıf
 Harvard | I. Sınıf
Alex Miller


Mesaj Sayısı : 81
Kayıt tarihi : 05/02/11

Sonra insanlar birbirlerini yediler. Empty
MesajKonu: Geri: Sonra insanlar birbirlerini yediler.   Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimePaz Tem. 10, 2011 2:39 pm

Sonra insanlar birbirlerini yediler. Flight_school_by_LDN755
Uyandığından beri artık daha rahat hissediyordu kendisini, üzerinden büyük bir sorumluluk kalkmış gibiydi. Lise artık resmen bitmiş ve üniversite içinse gelecek seneyi bekleyecekti. Gelecek senenin tamamını şehir gezip fotoğraf çekerek geçirmeyi planlıyordu, ihtiyacı olan buydu. Fotoğraf çekmek değil, sonunda kendisinden sonuç istenmeyen bir şey yapmak. Hayatındaki en güzel gündü belki de. Tek şey hariç. Açıp onlarca kez okumuştu o iki cümleyi, kendisini deli ediyordu. Sonunda arayıp sormuş olmayı dilerdi ama artık ayıldığını varsayarsak konuşmayı yapabilecek kadar cesur değildi. Bu yüzden bütün günü yalnız geçirmiş, alışveriş yapmış ve birkaç yer gezmişti. İnsanların kendisini bir yere gidiyormuş gibi görmesi aptalcaydı, dışarıdaysa birisiyle birlikte olmalıydı ya da onunla -her kimse- buluşmak için koşuşturmalı. Ama yalnızdı, ve yalnızca gezdi. Aynı İspanya’daki tatillerindeki gibi. Bahçelerin değil de binaların arasındaydı küçük gezisi şimdi, kalabalığın arasında yalnız ve fark edilmeyecek kadar sıradandı. Kendisini tanınan tek ayrıcalık kahve almaya çalışırken açılan yeni kasaya çağrılması olmuştu, adıyla bile hitap edilmesi bir lükstü o an eğer sığ gözlerle bakarsa. Adı onu tek kılıyordu, yalnız değil. Ancak tezgahın ardındaki kızın dudaklarından dökülen hitap ise kimsenin istemeyeceği kadar sıradandı. “Bayan...” Her zaman olduğu gibi, her zaman istediği.
Belki de çocukluğundan beri, ki bu en fazla birkaç yıl öncesiydi, ilk defa bir gündüzünden bu kadar keyif alabilmişti. Her zaman işlerini geceye bırakırdı, okulun kendisi için bir cehennem olmasının nedeni de buydu.
Son senesinin nasıl gecdiğini düşünürse- Kesinlikle bir öncekinden daha iyiydi. Oldukça iyi, en iyisi. Daha kolay ve hızlı geçmişti, öncelikle daha çok insan tanımış ve daha çok insanla ayırmıştı yollarını. “Dünyaya gözlerini açtı.” doğumundan sonra kullanılmadığına göre şimdiyi, yaşadığı seneyi tanımlamak için kullanabilirdi. Her şey daha gerçekti sanki. ‘Ergenlik’ denilen dönemin bıraktığı etkilerin artık geçmesi sayesinde olabilirdi, o geniş ve koyu güneş gözlüklarını çıkarttığında her şey daha aydınlıktı ve daha az acı vardı. Zaten varolmamıştı şimdiye dek. Tabii kendisine acıyabilirdi, yalnızlığına ve aptallığına. 21. yüzyılda sadece yetenekle bir yerlere gelmek için şansa ihtiyacı vardı, önce yeteneğini ve ardından karşılıklı olduğunu düşündüğü şansı bulmalıydı. Ve maalesef, yardımından çok zararı dokunacaktı kendisine önündeki senede: Asla hayıflanmayacağı kadar yalnızdı. Kimsenin istemeyeceği kadar.

Mutlu olmaması, mutsuz olması gerektiği anlamına gelmezdi, değil mi?

Otele döndüğünde taksiden iner inmez Heath ile karşılaştı, yüzünde her zamanki silinmeyen gülümsemesi vardı. Tabii ki şehre yalnızca komi olmak için geldiği sevincinden değildi dudaklarının aldığı şekil, mutsuz değildi ve bu yeterliydi onun için. Belki de onu örnek olmalıydı, kendisine şimdiye dek herhangi bir idol belirlememiş olsa da- Hayır, idolü daha prestijli birisi olmalıydı. En kötü ihtimalle bir aktrist. Ama Heath daha gerçekçi değil miydi? Daha canlı? En azından seçeceği Oscar’lı ünlüden daha gençti. Aralarında birkaç yaş olduğundan emindi. Ama soyadı ya da geri kalan hayatı hakkında tek bir fikri yoktu. Gülümsemesinden esinlenebilirdi, değil mi? Ve geniş bir tebessüm yayıldı yüzüne. Torbaları taşımasına yardım ederken, kata çıkana dek de silinmedi. “Teşekkürler Heath, gerisini ben hallederim.” Karnı guruldarken dahi devam etti. Duşa girdiğinde suyun altında şapşalca bir gülüşle tamamlanmıştı ifadesi. Saçlarını kurularken sıcak, gürültü ve savrulan saçları yüzünden kısılan gözleri ve sıktığı dişlerine eşlik ediyordu gülüşü.
Gülümseye gülümseye telefonundan yükselen Pocketful of Sunshine’ı dinlerken aramayı meşgule aldı, etrafa gereksiz tebessümler saçmaya devam ederek aklında kalan ritme uyarak mesaj yazdı aynı numaraya. Sıkıntısını da dışarıya gülümseyerek göstermeliydi, evet, her zaman. En sevdiği pantolonunun bol geldiğini fark ettiğinde gene gülümsedi, telefonunun şarj aletini koyduğu yerde bulamadığında vazgeçecek gibi olsa da- Gülümsedi, hatta artık yanakları kasılmaya başlamıştı. Belki de bunu yalnızken yapmamalıydı.
Odayı hemen terk etmeliydi, gülümseme numarası ise yaramamıştı. Aklından çıkmıyordu, geri döndüğünden beri tek düşündüğü şey- Her neyse. Yemek yemek istemese de belki dışarı çıkıp birkaç abur cubur, dilini yakacak -ve büyük ihtimalle hafta boyunca canını acıtırdı- bir kahve ve belki beğenirse birkaç donut alabilirdi. Tabii ki pantolonunun içine girebilmek için değildi. Pantolonu çoktan unutmuştu, yüzündeki gülümsemeden anlaşılmıyor muydu?!
Kapıyı asla alışamadığı için açmayı denerken bocaladı, kolu sola çevirdi ancak olmadı. Tam tersini yaptığında ancak çıkabildi dışarı. Anahtarlığı şortunun cebine sıkıştırmayı denedi, başını yukarı kaldırdı ve- RUN ALEX RUN! Ne kadar şanslıydı ama! Tabii ki yüzündeki gülümseme silindi, büyük ihtimalle Heath ile bir dahaki görüşmesinde neden her zaman gülümsediğini soracaktı. Artık yüzünün şekliyle ilgili bir şey olduğunu düşünüyordu. Cebine sıkıştırdığı yığını aldı ve kapıyı açmayı denedi. Kilit açıldı ancak topmak ile arasında cidden büyük sorunlar vardı. Görüntüyü kesen saçlarını yolmamak için önünden çekti. İçeri girdiğinde kapıyı hızla kapatıp sırtını yasladı. Nefes nefese kalmasına neden olmuştu geçirdiği son birkaç saniye. Sesini duyduğunda daha da telaşlandı.
Nasıl bulmuştu burayı onlarca kat arasından? Resepsiyona sorsa cevap alamazdı, ‘annesinin talimatı’. Kendisi mi söylemişti, hatırlamıyordu. Belki ağzından kaçırmış olabilirdi. Ama odanın numarasını böyle öğrenmiş olamazdı, kendisi dahi aklında tutamıyordu ki. Ah, oda numarasını o da bilmiyordu zaten. Asansörden çıkıp yanlış yöne dönmüştü, büyük ihtimalle teker teker kapıları çalacaktı. Ya da başka bir şey. Başkası için bile gelmiş olabilirdi.
Üzerine küçük karaleri olan buğday rengi bir gömlek giymişti, tamam. Altında da bir kot, tamam. Arkasını döndüğünde daha da çarpık duran bacaklarının altında ise -Heath’i artık örnek almasa da üzerindeki gerginliği bastırarak sırıttı- daha önce bir yerde gördüğünü hatırladığı komik ayakkabılar vardı. Dinlemeye devam etti. Her şey endişesiyle paralel gidiyordu, sözlerinin nereye varacağını tahmin edemiyordu, korktuğu tek şey vardı ki- “Akşama dek nasıl hazırlanacağımı düşünüyordum... Biliyorsun, şey için.” HEY! Ne oluyordu? Nedendi tüm bunlar? Balo yüzünden mi? Konuşmaya devam ederken kıkırdamasını duymaması için ağzını kapattı. Affetmesini mi istiyordu? Keşke sesini kaydedebilseydi. Acaba kattaki kameralar duymuş muydu söylediklerini?
“Seni affedebilirim, tek bir şartla.” dedi, “Lütfen, bir daha, ayağındakileri giyme.” Sesindeki o yapay tondan kurtulduktan sonra kapıyı açtı ve her zamanki gülümsemesiyle karşılaştı, yüzünden saçma sapan mimikler fırlamadan önce “İstersen sana terlik falan verebilirim.” diye mırıldandı. Ama gülümsemesi yoktu artık yüzünde. Başını öne eğmişti.

“Sorun ne?” derken çenesini tutup yüzünü kendisine çevirdi ve hemen çekti elini.
“Hiç.”
“Söyle.”
“Neb’leyim,* beni öldürürsün sanmıştım.”
“Hayır, bunu yapmam. Benim daha çok canım yanar.” Duraksadı, ne yapmayı deniyordu? Sabahtan beri kaçtığı şey bu değil miydi? “Biliyorsun, hapishane pek de bana göre bir yer değil.” Gayet iyi kurtarmıştı, gibi.
“Neden gülmüyorsun? Seni öldürmeyeceğime göre sorun yok demektir.”
“Beni istemiyorsun sandım. Balo zaten yandı, sonra “Uyuyorum.”, şimdi de...”
“Hatırlarsan tüm kuralları yıkıp seni davet eden bendim.”
“Ama uyumuyorsun ve neden içeri kaçtın?”
“Ah.”
“Hiçbir şey hatırlamıyorsun değil mi?” Lütfen hayır de. Lütfen hayır de. Lütfen hayır de.
“Hayır, hatırlamıyorum.” Tabii ki bazı şeyler vardı, bahsetmek istemeyeceği şeyler. Tahmin etmek istemiyordu Alex, aklındaki fikirleri savuşturdu.
“O zaman sorun yok.”
“Ha?” (Kesinlikle çok doğal bir davranıştı, çok doğal bir ses. OH GOOD BOY!)
“Neden?”
“Hiçbir şey hatırlamadığına göre sorun yok.” Tek kişilik koltuğa geçip ardına yaslandı, bacağını diğerinin üzerine attı. Keyiflenmişti, sabah evden çıkarken planladığı gibi.
“Ne yaptım?”
“Hiçbir şey yapmadın, merak etme.” Sevgili arkadaşı yarı çıplak Iwan’la çekindiği fotoğraftan ne olursa olsun bahsetmememesi gerektiğini hatırladı.
“Lütfen söyle.” Yüzünü kırıştırdığında daha sevimli göründüğü konusunda haklıydı, bunu kamera karşısında daha çok yapmalıydı.

“Telefonunla olan maceralarını hatırlamıyor musun?” Yüzündeki ifade kesinlikle yaşlı ninelerin üzerine çıktığındaki keyifli halden daha iyiydi, onu izlemek için dahi konuşmaya devam edebilirdi. “Sabahın 11’iydi ve sen arayıp Mükemmel bir gece, Alex, nerede kaldın?” gibi şeyler demeye başladın. Neredeyse gece yarısından itibaren saçma sapan mesajlar gelmeye başlamıştı, akşama dek de devam etti. “Yarın çok güzel olacak.” “Gidip elbise seçmeliyim.” “Umarım kimse ile aynı takımı giymem.” “Ilsa acaba benimle ilgilenir mi?” ve niceleri.” Sesini taklit etmektense aynı mesajlarındaki gibi saçma sapan yerlerde vurgular yapmıştı. “Ben de emin oldum bu sayede akşama dek ayılamayacağından. Teşekkürler, beni kurtardın.” Her ne kadar hiçbir şekilde farkında olmasa da, evet, kurtarmıştı.
“Bu gene de içeri kaçmanı açıklamıyor.” Julian cidden bu kadar zeki miydi? Cidden?
Şey, sonra akşamüstü tekrar aradın ve eve gitmeni söyledim. Sonra gene birkaç mesaj geldi, saçma sapan şeyler.” Lütfen sorma. Lütfen sorma. Lütfen sorma.
“Nasıl şeylermiş bunlar?” Anlaşılan üçleme artık çalışmıyordu.
“Tam olarak hatırlamıyorum.” Oysa harfi harfine ezbere biliyordu, imla kurallarına pek de dikkat etmemiş olsa dahi.
Telefonunu çıkarttı, birkaç saniye sonra ifadesi hiç değişmeden “Kayıtlar silinmiş.” dedi. Sesine ne olmuştu da o alaycı tondan sıyrılmıştı? Hayır, işler hiç de istediği gibi gitmiyordu Alex'in. Tabii mesajların silinmiş olması hariç.
“Beklediğin kadar iyi şeyler değildi.” Başını iki yana salladı, üzerinde durmamasını istiyordu. Eğer başa dönerse, aynı soruyu sorarsa sıkışıp kalırdı. Geçiştirmeliydi, hemen. Çabuk.
“Ayakkabılar nereden çıktı?
“Bilmem, seni güldürür diye giydim sanırım.”
Bir ayağıyla diğer ayakkabının kanadını ezdi. İşe yaramıştı, belki de kapanırdı konu, aferin Alex.




sıpoylağ:


En son Alex Miller tarafından Cuma Tem. 15, 2011 5:38 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Julian Belcourt
Oyuncu
 Oyuncu
Julian Belcourt


Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 22/01/11

Sonra insanlar birbirlerini yediler. Empty
MesajKonu: Geri: Sonra insanlar birbirlerini yediler.   Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimeSalı Tem. 12, 2011 5:12 am

Sonra insanlar birbirlerini yediler. Robertsheehan7
Gene o yapmacık espriler, eğer işin içinden nasıl çıkacağını bilmiyorsa böyle yaptığını biliyordu. Utangaç diyebilirdi belki ona, ya da asosyal. Zaten ilki ikincisini destekliyordu. Sanki kendisi ona benzemiyormuş gibi onu değerlendirmesi pek de mantıklı gelmedi, değildi zaten. Doğru düzgün iki cümle kuramayan birinden bir eleştiri duymayı beklemezdi kimse, içsesinin dahi susması en iyisiydi. Kapıyı açtığında önceki anlarında ne düşündüğünü çoktan unutmuştu zaten. Aptal, Julian.

Koridorda biraz daha vakit geçirse yüzünden akan bilumum sıvı donabilirdi, AH HAYIR GÖZ YAŞLARI YOKTU TABİİ Kİ. KAÇ YAŞINDAYDI Kİ? 5 Mİ? 5 yaşındaki birisi kendini yalnız hissetmezdi, en azından yanında Winnie’si olurdu. Şimdi ise sanki küçük bir odaya kapatılmış ve oyuncakları elinden alınmış gibiydi, korkuyordu karanlıktan, çıkış yolu olacağını aklına getirmiyordu bile dudakları ardındaki çığlıklar arasında. Gözlerinin gördüğü o aptal ayakkabıların uçları ya da zemindeki hali değildi. Anlamlandıramıyordu hiç bir şeyi karanlıktan sonra, dudaklarından silinmeyen birkaç küfür hariç. (İlk defa küfreden birisini annesinin ona hatları öğretmeye çalıştığı Kings Cross’ta görmüştü, adamın aksanına rağmen aklında öylece kaldı kelime: “Venkağ.” * Anesiyle geçirdiği son tatil olan İngiltere’deki haftasından aklında tek kalan buydu, oteldeki birkaç kişiye kelimenin ne anlama geldiğini sorduğu da vardı tabii ama gene annesi ile ilgili değildi.) Anlam veremiyordu hiçbir şeye, her zaman olduğu gibi... Aptal Julian.

Babası evlenmeden önce savurduğu hakaretler gibi, aslında hala bu birlikteliğin tamamen sahte olduğunu düşünüyordu ama sevgili eşinin ona katlanmasına artık gerek yoktu değil mi? Peki neden yanındaydı herhangi bir sözleşme yapmadıklarına göre? Gidip davayı açabilir ve servetini yoktan varedebilirdi. Daha çok para için mi bekliyordu -paranın artmasını ancak çocuk sağlardı ki çocuk olursa bırakmazdı onu, sanki çocukla ilgilenecekmiş gibi önündeki örnekleri görmeden- yoksa cidden o herife aşık mıydı? Annesinin babasıyla tanışmadan önceki halini ikna etmek isterdi, ama bencillik olurdu değil mi? Gene. Asla iyi değildi duygular konusunda. Aptal Julian.

Kendisine emirler yağdıran insanlara –ki hepsini kendisinden dahi aptal bulurdu ve onlarca örnek geliyordu aklına- karşılık verdiğinde “Saygılı ol!” ile karşılanması gibi bir şey. Örneğin büyükannenin 90. yaş gününde üniversiteyi bıraktığı için kendisiyle dalga geçen Cornell mezunu arkadaşıyla (Tabii ki babasının yanında çalışan bir arkadaştı, kendi arkadaşı hiç olmuş muydu ki Julian’ın?) yaşamıştı bu sorunu. Babasına güvenmemesinin nedenlerinden birisi de buydu, asla desteklememişti kendisini. Her zaman diğer taraftaydı. İlkokuldaki basketbol maçlarında bile! Beş yıl boyunca yalnızca bir maça gelmiş ve diğer okul için tezahüratlar yapmıştı, o aptal takımı ve aptal gülüşüyle. Eve gittiklerinde de kendisiyle dalga geçtiğini ve ‘kocaman kahkahalar’ eşliğinde sporu bırakması gerektiğini söylediğini hatırlayabiliyordu, aralarındaki ikinci bağın koptuğu gündü. İlki zaten her şeyden vazgeçirmişti kendisini, ailesi hariç. Tanrı dahi yoktu, artık inanmıyordu ona da. Cenneti verecekse neden öldürüyordu ki? Neden ilk fark ettim diye ağlayabilirdi okulda, yaşıtları hala her gece yatmadan öne dua ederken o burnunu çekiştiriyordu yatağından. Yaşıtlarıyla hiç anlaşamamıştı, inandığı sürece Tanrı’yla da, babası zaten hep soğuk davrandı, okula sığındı güveni kırılana kadar. Ama sonra- O çirkin ceketler içinde yaşamaya başlamıştı anaokulu bittikten sonra. Kimse üniversiteyi bıraktığı için suçlayamazdı onu. En çalışkan olduğu dönem iyi gitmediyse, neden gerek vardı devam etmesine? Daha da mutsuz olmak için mi? Belki bu defa o kadar da değil: Aptal Julian.

Kapı açıldığında karşına çıkan silüet düşündüğünden daha güzeldi. Odanın diğer tarafındaki pencereden yansıyan güneşle gözleri kamaştı bir an. İçeri girdiğinde her şey daha iyiydi, sanki günün son ışığı dahi onu yatıştırmaya çalışıyor gibiydi. Belki de düşüncelerinde daha açık sözlü olmalıydı, onun taklidinin aksine. Yalnızca gülmesi için konuşmayacaktı bundan sonra, alaycı halinden tamamen sıyrılmamalıydı ama aptalca ve gürültülü kahkahalara ihtiyacı yoktu. Her defasında komik olmaya çalışarak kirletmişti insanlarla olan bağlarını, tek kişi hariç. Annesinden sonra yakının da olan kişi bile, Julia ona artık tahammül edemediğini söyleyen -güya Desire’in dediğine göre ki kardeşinin o güne dek Kırıl alfabesinden haberdar olduğunu dahi tahmin edemezdi aptal Julian- bir not bırakmış ve Rusya’ya dönmüştü. 40 YIL SONRA! Babasının gençliğini hatırladığını söylerdi. Keşke söylemeseydi, nefret ederdi onun kaybolmayan Rus aksanından. Tekrar etmesini istediğinde söylediğini- Belki de bu yüzden ülkesine geri dönmüş olabilirdi. ('The' sesi yerine 'Zı' diyen bir kadından neden nefret etmesin ki? Hem de kendinden daha çok yıldır biliyordu bu dili.)


O konuştukça karşılık verdi, ilk defa belki. En azından konu başka taraflara kaymadan, istediği gibi. Sabah ardı kesilmeyen mesaj ve aramaların nedeni barizdi artık; istediğini, aklına ilk geleni yapmış olmalıydı. Hiçbir şey hatırlamıyorsa, yalnızca aklına Queens’teki Woodhaven House’a gittikleri hariç aklına hiçbir şey gelmiyordu, ne olmuştu? Neler yapmışlardı? Sonrasında nereye gitmişti?

“Beni istemiyorsun sanmıştım.” Salaklığının dilinden döküldüğünü de duyduğuna göre, her şeyi bekleyebilirdi kendisinden. Güya birkaç saniye önceki planlarında “Benden kaçıyorsun sanmıştım.” gibi bir şeyler vardı. Her ne olduysa o cümle başka bir hal almıştı, neyseki üzerinde durmadı Alex.

Ne yapmayı deniyordu? Onu kendinden kaçırmayı mı? Bu defa gerçekten gerçekleşebilirdi, eğer devam ederse açıklarının- Farkında olmasa dahi durusu dahi değişiyordu karşısındayken. Alex onu yalnızca bu halde gördüğü için, yalnızca yalnızlarken, üzerine gitmiyordu ama bu “ciddi” ve "hiçbir şeyi şakaya vurmayan Julian" bazen abartıyordu da. Gözüne batmamasını umuyordu. Bir şeylerin üzerinde dururken başka bir yerde açık veriyordu. Yüz ifadesi kaybolduğunda içsesinin tonu giriyordu devreye. Ne yapmaya çalışıyordu? Oyuncuydu bir de, bir de... Aptal Julian.

Kayıtların silindiğini tahmin edebiliyordu telefonu eline aldıktan sonra, fotoğraflar da olmalıydı ama telefondaki her şey gibi onlar da silinmişti. Konuşmalarındaki ses ona mı aitti? Sanki onlarca şey dinlemiş gibiydi, her frekansı denedikten sonra tekrar başa dönüp beğenmesi gerektiği gibi onlarca gürültü ya da ipodtan seçilen adlarını dahi hatırlamayıp diline doladığı şarkılar. Geçirdiği günün herhangi bir sıralaması yoktu. Hangi sesin kime ait olduğu aklında çıkmıştı. “Beklediğin kadar iyi şeyler değildi.” Beklentilerini bilmek istemezdi. Tahminleri ve soru işaretlerini savuşturdu aklından, yeterdi. Şimdilik. En azından o biraz daha rahatlayana kadar, kendisi de yorulmuştu. Derin bir nefes alarak karşına geçti, bıraktı kendini koltuğa. Burada yaşayabilirdi, bu kanepede. Yatağına yeğlerdi rahatlığını, ne yapmıştı da bu kadar rahattı? Hayır, kendi yeteneği değildi ki.

Etrafa bakındı, içeri girdiğinden beri ilk defa buna fırsat buluyordu Alex’i izlemekten. En azından döşeliydi. diye geçirdi içinden ama suskun kalması en iyisiydi bu konuda. Evi, dairesi aslında yaşanılacak bir yer değildi, verdiği kiraya rağmen karşısındaki görüntüden sonra böyle düşünebilirdi. Evet. İçeriyi neden bu kadar, nasıl anlatabilirdi ki, ‘dolu dolu’ döşemişlerdi? Kıskansın diye mi? Gerçek bir evdelermiş gibi hissetmeleri içindi herhalde, aylardır burada kalıyordu-

“Burada yaşamak isterdim.” Havalandırma fetişi geldi aklına, gülümsedi, kollarını ardına iki yana açtı. Dikkat etmiyordu hala söylediklerine, aptal. “Ama henüz Oscar, Emmy ya da Tony’m olmadığına göre bu biraz zor.” Tabii ki arabasıyla ilgilenen Tony’den bahsetmiyordu.





naber:



En son Julian Belcourt tarafından Cuma Tem. 15, 2011 5:46 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Miller
Harvard | I. Sınıf
 Harvard | I. Sınıf
Alex Miller


Mesaj Sayısı : 81
Kayıt tarihi : 05/02/11

Sonra insanlar birbirlerini yediler. Empty
MesajKonu: Geri: Sonra insanlar birbirlerini yediler.   Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimeÇarş. Tem. 13, 2011 6:47 am

Sonra insanlar birbirlerini yediler. ABF011
Düşündüğü kadar zor değildi önündeki bir kaç dakika. Kimsenin okumadığı yazıları gibi, o kadar kolay. Eğer bir şeyler yazıp insanlara okutmayı deneseydi, hayır, asla okunmazdı. Ama yazının bulunduğu kağıt parçasını –biraz yıpranmışsa albenisi artardı hatta- göz önünde bir yerde bırakmışsa, herkesin haberi olurdu neler yazıldığından. Bu taktiği kullandığını hatırlıyordu, bunu İngilizce sınıfında yapıyordu ve sonrasında ise yazmayı bırakmış ve o kayıp yazarın kim olduğu ortaya çıkmamaıstı. Notları her derste olduğu gibi vasattı o sınıfta, kendisi olmasını beklemezdi kimse. Birkaç kişi hariç de kimse bilmiyordu.
Birkaç kişi.
Kullan-at bir arkadaş gibi, kimilerinin tek haftalık da olsa çok yakın dostu olmuştu. Ama, o kadar. Sonrası yok. Asla sırlarını vermezlerdi mesela, o haftada gerçek ve utangaç olmadıkları bir sohbet edilmezdi. En son yatıya kalmaya gittiği kişi, sayılmazdı ki zaten, çocukluk arkadaşıydı. O yaştayken herkesin ‘sevgili’ olduklarını düşünmesi büyük bir utanç kaynağıydı. Ama iki sene içinde Matt’ın aslında sınıftaki kızların neredeyse yarısının ‘büyük aşkı’ öldüğünü öğrenince, tepki nedenini ancak anlamışlardı. Hala görüşürlerdi, tek sorun kimsenn aynı şeyler söyleyemeyeceği kadar Matt’ın gay olmasıydı. Julian’a baktı, gözlerini kaçırdı. Olabilirdi aslında, sırf görünüşü yüzünden: Saçları, şişko vücudu ve o ince bacakları. Eğer bu düşünceyi paylaşsa yadırgamayacak insanlar tanıyordu. Akla gelmiş olabilir miydi? Yıl 2011, erkeksiliğe ihtiyacı vardı, tamam ama bir yere kadar. Önemli olan tavır ve düşünceleriydi. Ya da, ah, yoksa bu düşünce geçen yılda mı kalmıştı?
Julian hakkında bildiği şeyler, en azından aralarında kurulan şu arkadaşlık dışında- Pek de bir şey bilmiyordu. Soyadı, kardeşi -sahi, o ne yapıyordu?- ve birkaç kez babasının adını saçma sapan bir gazete küpüründe görmüştü. Hem ilgilenmeyeceği bir konuydu hem de gazeteyi okuyamamaktan nefret ederdi sabah kahvaltıları ardından. Ailesiyle kahvaltı etmeyeli uzun zaman olmuştu. ‘aile’ kelimesi dahi aslında tam olarak karşılamazdı kavramı. Annesi ve büyükannesi, hepsi farklı yerlerdeydi şimdi. Annesini özlediğini pek de söyleyemezdi, yani o kahvaltılardaki annesini.
Yaşı -40 olmuş olmalıydı- kaç olursa olsun kardeşlerinin ona yardım etmesine –onun yaşamını sağlayan para oradan geliyordu- anlam veremiyordu. Ailenin en küçüğü ve ilk kiz çocuklarıydı, ağabeylerinden sonra şımartilmişti babası tarafından. Tabii 20’lerine gelene kadar. Sonra henüz evlenmeden- BUM, Alex! Ve ayrılık sonrasnida çoktan delirmişti. “Soyadlarını taşımasa kapı dışarı edeceklerdi.” gibi bir şey duymuş olacaktı ki Alex’e de kendi soyadını vermişti. Atılsa evden geri dönüp alacağı tek şey dolaptaki içkileri olurdu, kızı değil. Erkek olsaydı adının Jack Daniel olabileceğini düşünüyordu, kesinlikle bunu denerdi.
Bir sabah tuvaletten “911’i arayın, iç kanamam var!!@1!!!@#!@(#!(*!!!!” diye çıktığında yaptıkları konuşmayı hatırlıyordu. 16’sina kadar yapmaması gereken şeyleri denemişti. “Öyle kötü bir şey ki, sigara dahi içemezsin.” “En azından 16’ına kadar bekle, belki o zaman büyük gösterirsin yaşından ve kimse seni uyarmaz.” “Sakin hamile kalmayı deneyeyim deme.” ve uzun tırnaklarıyla Alex’i göstermişti. Çok komikmiş gibi.
Neden birkaç yılda bu kadar değismiti? NEDEN? O asla konuşmayan, dilinden tek kelime duymadığı annesi, 7 yaşından sonraydı galiba, ayık gezmez olmuştu. İlk içtiği sigarayı da onun sehpa üzerinde bıraktığı yığından almıştı. Sızdığında yanmaya devam eden sigara kendisini oldukça cazip gelmişti, annesini neşelendiriyordu ne de olsa! Aldığı ilk nefesle öksürük krizinin başladığını hatırlayabiliyordu, yeniden denemek için 7 yıl daha bekledi. Sonra da annesini haklı bulduğu bir konu çıktı ortaya, en azından kendinden nefret etmediği zamanlarda.
Kışları soğukta içilen sigara, buydu kendine savurduğu hakaretlerin çoğunun nedeni. Terasa çıkıp kimseye görünmemek vesaire vesaire büyük bir delilikti soğukta, sonra buraya geldi. Kış boyunca bitmek bilmeyen boğaz ağrılarından kaçmak için bırakmıştı bu defa da. Neredeyse ocak ayından beri, şimdiye kadar sabrettiği en uzun süre buydu herhalde. İlk defası hariç, salak kadın.
Ayağa kalkıp mutfağa geçti, içeriden söylediklerini duyabiliyordu gene de. Tezgahtaki bardağı alıp buzdolabından şu doldurdu, ağzını kaplayan o soğuk hişsizliğe aldırış etmeden dikti tepesine. İçeri geçti, baş oarmağıyla dudaklarındaki şu damlalarını sildi. “Annem çalışmaz. Her şey eline hazır gelir. Oscar, jigalo Tony ya da para, ve evet. İlk ikisi var. Zaten California’daki her evde olduğu gibi. Tony değil!” Kıkırdayışlarını izledi. “Oscar. Ama merak etme “Yılın Annesi” de değil.” Gülümsediğinde alnı gerildi ve kırışıklıklar belirdi, endişeliyken daha iyiydi ama olsun..
Güneş batardı herhalde önlerindeki dakikalar içinde, bir yerlerde sokak lambalarının yanmaya başladığını biliyordu.
“Ayakkabılarını al, gidiyoruz.” Ondan erken davranmaya çalışıp kapıyı açtı ve bekledi onu. Sonra asansör ve sonra biraz merdiven. Ardında olduğu için durup dinlenmek istemiyordu, ne kadar az konuşsa iyiydi. Gene buraya gelme nedeniyle kesilen solukları, son kapıyı açtığında derin bir nefes aldı. Hala o kavurucu sıcak gösterse de kendini, şehrin ‘gürültüsü’ -şüphesiz kullanılacak başka bir kelime yoktu- büyüleyebilirdi kendisini. Bir defa daha, bu defa vaktini başka bir şeye harcayacaktı ama.
Çatıyı ikiye ayırmışlardı, diğer tarafın aksine bulundukları kısıma giriş yasaktı. Güya. Tüm görevlilerin öğle aralarında buraya geldiğini buluyordu, bunu yerdeki izmaritlerden kolayca anlayabilirdiniz. Ve çöp kutusu dahi koymuşlardı girişe. Kimse merdivenleri kullanmadığı için özel bir yerdi, asansör sizi bloğun diğer tarafına götürüyordu ve belli kişiler hariç kapıyı açan anahtar kimsede yoktu. Heath’ten etkilendiği ve gene onun neden olduğu gülüşü belirdi gene. Bu defa istendi, daha da karardıkça hava aydınlanacaktı gülüşü. Herkesinkinin aksine ve her defasında olduğu gibi. “Bir dönem en çok burada vakit geçiriyordum.” Kışları içeriyi sevmezdi, dışarıyı da. Yukarısı ayrı ve yeni gelmişti kendisine. Buradaki günlerini hatırlayabiliyordu. Sanki güneş doğarken ilk kendisi aydınlanmış gibi, tabii bu biraz yakıyordu canını. Sanki şehre yağan karı ilk defa kendisi hissediyormuş ğini. Empire State mi? Hayır, sayılmaz! Kışları orada dışarı çıkmaya kim cesaret ederdi?
“Yalnız kalmak için birebirdi.” Yalnız. Tekrar ettiğinde kelimeyi içinden, kendisine iç karartıcı gözükmüştü.
“Ama kaçtın değil mi?” GENE Mİ? APTAL JULIAN!
Neden üstünde duruyordu ki? İntrenetteki bir sapığın istegini üstelemesi gibi, gerçi sapıkların dikkatini çekecek kadar güzel olduğunu hiçbir zaman düşünmemişti. Eli savlarına gitti ve parmakları arasındaki tutamları ardına itti. Beton yığınlarından birine yasladı bedenini, Gözlerini kamaştırdı güneşi hala kaybolmayan suretini gördüğünde, kendisiyle dalga geçiyordu sanki.
Telefonu çıkardı ön cebinden, zaten yarısı dışarıda kalmıştı. Silikon kabı çekiştirip elinin tersiyle temizledi ekranı ve Julian’a verdi.
“Şifre ne?”
“En sevdiğim film ne?”
“Ama, sığmaz ki.”
“Karakter.” Jude. Cate Blanchett’i hiç sevmezdi bile Bob Dylan kılığındaki halini görmeden önce. Çocuklar gibi filmi 4000 kez falan izlediğini ve olur olmaz yerlerde ağladığını hatırlıyordu. Espriler ezberinde olsa dahi komikti.
“Biraz garip bir şey.” Beklediğinden daha garip.



En son Alex Miller tarafından Cuma Tem. 15, 2011 5:52 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Julian Belcourt
Oyuncu
 Oyuncu
Julian Belcourt


Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 22/01/11

Sonra insanlar birbirlerini yediler. Empty
MesajKonu: Geri: Sonra insanlar birbirlerini yediler.   Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimePerş. Tem. 14, 2011 7:12 am

Sonra insanlar birbirlerini yediler. 311959-Hands_by_Samron_large1

Ardında ilerlerken gözlerini kaçırıyordu bedeninden bir çocuk gibi. Ayakkabılarına odaklamıştı gözlerini, düşündüğünden daha yorucuydu, hatırladığından. Merdivenler değil! Tabii merdivenler de yoruyordu kendisini. ”Nereye? Ama duymadı, aldırış etmedi.

En üst katın değil de bir alttaki numara söndüğünde peşinden gitmeye devam etmişti. Dar ve diğerleri kadar aydınlık olmayan bir koridora geçmişlerdi, duvarlar -örneğin- bakımsızdı otelen şimdiye dek gördüğü yanından. Sonra dar ve dik merdivenlerden tırmanmaya başlamışlardı. Her şey git gide beton ve çelikleşmeye başlıyordu. Tırmandıklarına göre -hep yukarı!- nereye gittiklerini tahmin etmek pek de zor değildi. Cennete, trambolin gibi olan bulutlara, alt katmandaki uçakların üzerinden geçtiği yağmur bulutlarına ya da o göze mavi görünen kısma ulaşabilirler miydi? Ya da şu fasulye sırığında yaşayan dev? Altın yumurtalar? Pamuk Prenses*… Pamuk Prenses bulutlarda olabilirdi. Yedi cüceler tırmandıysa, Julian niye yapamasın? Nefes nefese kalmasa da yorulmuştu. Ne ayakkabılar ne de altındaki pantolon rahattı, dengesini kaybetmemek için duvara yasladı avucunu geriye kalan yol boyunca. Neden bu kadar abartmışlardı bir labirent gibi? Gerçi labirentlerin çıkış yolunu herhangi bir elinizi duvarlardan birine yerlerstirip hiç çekmeden yürürseniz ne kadar zaman geçerse geçsin bulabilirdiniz. Bu öyle değildi işte, insanları takip etmek ve beklemekten nefret ediyordu. Her ne kadar bu insanları- HER NEYSE.

Düşünmeye devam etse dahi üstesinden gelemeyeceği güzellikler ve bu çirkin yer bile, oturacak bir yer ya da herhangi bir estetiği yokken bile öyle şanslıydı ki. Vazgeçilmeyeeck gibi, bırakılmayacak gibi. Kalbinin etrafındaki halkalar gibi. Vazgeçmeyeceği için buradaydı zaten, salak. Kovalamaca olmasa dahi bir yeri olması önemli değildi, yalnız olması yeterliydi. Paylaşabilir miydi yalnızlığı? Öğrenmesi gereken tek şey vardı ve büyük ihtimalle canı yanacaktı. Ne olursa olsun, ne yazarsa yazsın.

Evden çıkarken aklından geçenleri yeğlerdi şimdi: Kaçırılan balo, mahvedilen iki gece ve birkaç özür.

Öyle çirkindi ki dudaklarından dökülen kelimeler, büyük hakaretler ile hiçbir sorunu olmadığını fark etti. Korkusunun üzerine gidiyordu belki de ilk defa. İlk defa değil; cenazeden sonra, ilk defa.

Açtığı avcuna bıraktı telefonu, parmaklarını hissettiğinde hala yapmadığını umuyordu. Şifre. Adının rakamlara dökülmüş hali, doğum yılı gibi şeyler olmayacağına göre. Sordu. O donuk cevabı ise gayet makuldu. Kilidi açtı, şifreyi girmek için. Yalnızca 4 rakam mı? Sordu, o donyk cevabı gayet makuldu: Jude.

Lucky Charms’taki adam gibi, her hafta başında evi bırakacakmış gibi. Yerine yenisi gelmiş gibi. Yalnız. Tek haftalık, masaya geldiğinde güldürse de bir kez, sonra biter. Yerini yenisi doldurur. Buzz Lightyear’ın versiyonları olması gibi, Toy Story 3’teki gibi. Sanki oyuncaklar ölmezmiş gibi.

Bitiyor sanki. Döngü gibi. Bunu yapmasına dahi gerek yok. Asla ’makul’ değil. Kitapların arka kapaklarındaki kelimelere gelince... "İHTİŞAM! BÜYÜ! İHTİRAS! AŞK! ROMANTİZM!” değil, hiçbiri değil. Belki de o koridorda yaptı hatasını, kaçıp gitmeliydi. Kaybolmalı.

Kelebekleri yakalamak gibi, yakalamayı denemek, ve başarsa dahi anlık bir sevinç. O küçük kanatlardaki desenler büyüleyici, yeterli birkaç dakika. Sonra kelebek gene özgür, sonra kendisi gene yalnız. Ama daha korkunç olmalı, daha çirkin, daha duygusuz. Duyguları için, kazanmak için.

Jude. Geçen saniyeler öyle zor geliyordu ki kendisine. O temiz kağıda bulaşan mürekkep gibi. Neden gelmişti ki buraya? Uyuduğunu varsaysa, beklese. En azından bir hafta, bir gün. Her şey onun yüzündendi, bastırmaya çalıştığı hali yüzünden. Kendinden akıllı olan bir taraftı, alkol ise yetmişti ortaya çıkmasına. O takıntısı yerine kimseden korkmayan sonucu düşünmeyen, kimseden saklanmak istemeyen tarafının ortaya çıkmasından korkmalıydı içmeden önce. Aptal. Başka bir kelime yoktu kendisini tanımlamak için, diğerleri de aynı anlamlara geliyordu zaten. Bir tanesi de zaten aptallığını kanıtlayacak türdendi, aklına getirmek dahi istemediği.

Sesini duyduğunda, düşüncelerinden sıyrıldı bir kez adha. Belki de bencilliğini bir kenara bırakıp her şeyi bitirmeliydi. İstediğini yapmalıydı onun.

Jude. Filmi yalnızca birkez izlemişti, Dylan’ın birkaç dönemini farklı hikayelerle anlatıyorlardı. Kadınlardan sonra tükenen kısmı için ise, Blanchett’in kadınsı vücudunu bol giysilerle hastalıklı bir erkek görünümüne sokmak tabii ki oldukça kolay ve gerçekçi olmuştu. Filmin çoğu olayı kavramaya çalışarak geçmişti, şimdi düşündüğünde ise Alex’in neden onu seçtiğini kolayca anlayabiliyordu. Benziyorlardı.

Şansını denese… Hayır, bu defa değil. Aklını kullanmayacaktı, uzun zaman sonra.

Birbirlerine kenetlenen parmakları birer birer ayrıldı bileğinden tutup çektiğinde elini. Parmaklarını açıp bıraktı telefonu. İhtiyacı yoktu, geçiştirmelerden birisi olurdu gene eğer açıp öğrense.

Gerçeği mi istiyordu, güzel bir şeyi mi? Gözlerini kapatsa ve hayal etse gözünde canlanacak tek şeydi vardı. Lucky Charms değil, kelebekler değil. Ama onun istediği gibi olacaktı, en azından artık içinde tutamayacağı fikirlerden sonra sır yoktu. Değişmek yoktu. Kaçmak yoktu.

“Eğer filmlerdeki gibi değilse, demek ki böyle olmalı.” Kendi kolunu sivazladı. “Hayır, Bob Dylan değil!” Ritme uyup karşılıklı şarkı söylemiyorlar hikayenin devamında. Dans yok ya da Bollywood’taki milyon figüranla yapılan danslar. Film değil. Sahne yok. Replik yok.

Eğer saklanmak istiyorsa, kapalı kalmak bir kutu gibi; bu en en kolayı. Reddetmeyeceği kadar ölüm gibi. Ölümden daha kolay, ölümü beklemek kadar zor. Ölümü bilgidin kadar, evet, o kadar kolay.

Bay Hiçkimse olmasa dahi patetes püresi ile sosun karıştıktan sonra ayrılmayacağını biliyordu. Babasının sigarasından çıkan dumanın asla geri dönmeyeceğini de. Seçmenin zor olduğunu da, seçerken asla kimsenin istediğini alamadığını da.

“Hayır, seni kandırmam gerekirdi. Belki ökse otları falan. Ya da, belki, şiir ya da romantk bir şeyler. Bob Dylan’dan sözler, hala siyahi olan MJ’den ya da. Belki serenat.” Omuz silktı ve karşısına geçti. “Bir sone. Bir şarkı! Dur, bir şeyler hatırlıyor gibiyim.”
“Çiçek demiş ki, ağaç olmak istiyorum.
Ağaç konuşmuş sonra, keşke başka tür bir ağaç olsaydım, daha farklı.
Kedi, arı;
Kurbağa, uçmak
Yükseklere, slalomlar falan, sonra dalmak denize
Denizde bir balık var, ve balığın büyük bir sırrı:
Büyük bir kaktüs olmak
Üzerinde pembe bir çiçek olan
Ve la la la.
La la la.
Tatlı, tatlinin aşkı
Ve Fransızca şeyler!
Sonra çıngıraklı yılan
“Keşke ellerim olsaydı ve seni bir erkek gibi kucaklayabilseydim.” diyor.”
Sonrasını tahmin edebilirdi, çıngıraklı yılanın istediklerini.

“Sarılmak için seni daha yakından tanıması gereken bir yılan, boğmak veya kendinden kaçırmak için değil. En baştan alalım.” Bir adım yaklaştı ona, bakışlarını ayırmıyordu gözlerinden. “Merhaba. Ben Julian.” Etrafına bakındıktan sonra tekrar göz bebeklerini buldu. “Neredeyiz? Ah, çatı. Hep bir çatı katında yaşamak istemişimdir. Manzara… Güzel, çok güzel.” Gözlerini kaçırdı farkında olmadan, bir saniye sonra tekrar devam etti ama, istikrarla. “Evet, siz de. Hemen evlenmek istemiyorum tabii ki birkaç saniye içinde tanıştığım birisiyle, ama seni sevebilirim.”

“Bu da basit kalırdı, değil mi? Sarhoşluğumu mazur görün.” Elini yakaladı ve öptü; bıraktı hemen, aynı korktuğu gibi. “Mesajda ne yazdığını biliyorum, sanırım. Bunu daha düzgün bir şekilde söylemeliydim. Zamanlamam için de özür dileri, bekleyemediğim için.” Bitti.


çokzekiyimya:


En son Julian Belcourt tarafından Cuma Tem. 15, 2011 7:39 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alex Miller
Harvard | I. Sınıf
 Harvard | I. Sınıf
Alex Miller


Mesaj Sayısı : 81
Kayıt tarihi : 05/02/11

Sonra insanlar birbirlerini yediler. Empty
MesajKonu: Geri: Sonra insanlar birbirlerini yediler.   Sonra insanlar birbirlerini yediler. Icon_minitimeCuma Tem. 15, 2011 7:24 am

Sonra insanlar birbirlerini yediler. Tumblr_loa0a5nm5c1qbhj1jo1_5001
Hızla dans ederken bile hissedebilirdi o hafif kalbinin sesini, kilometreler ve kalpler öteden bile. Aynı bir yuva gibi, yaşanacak bir yermiş gibi. Gülümsetiyor kendisini o güzel olduğunu söyledi diye, çiçeklerden nefret etmesine rağmen saçlarındaki taç gibi. Papatyalar, saçlarındaki papatyalar; istediği bu mu? İstediği kadar mı vakit? İster mi kalbi?
Döşemedeki çiziklerler karşılaştı adım attığında içeri. Odanın etrafındaki her şey toplanmıştı, kedinin yastığı vardı yalnızca zeminde. Kedi yoktu, kedi olsaydı burada duyardı boynun daki o küçük zilin sesini. Kapı açılır açılmaz gelir yanında, bacaklarına dolanırdı ve o küçük patileri. Evde olmayı seven kendisi değildi, ev değildi gerçi. Kendi evi annesi, annesinin evi. Her zamanki gibi onu suçlayabilirdi gene. Gitmişlerdi, çocukluk arkadaşı ve kedi. Çocukluk aşkı ve kedi. Anahtarı bırakıp gitti, kalbinin de orada kaldığını varsaydı şu ana dek geçirdiği zamanda, son saniyeleri yaşamasaydı da öyle düşünürdü.
Her zaman gitme vakti gelirdi, geriye kalan hayatı boyunca bunu beklemekten korkuyordu. Çocuklar gibi. İlk aşklarından sonra, her şey bittikten sonra hissettikleri gibi. Ama şimdi öyle düşünmüyordu, ağlamamıştı değil mi?
Kendini kötü hissettiğinde Kasım’da olması gerekiyormuş gibi, kendinden nefret etmekten uyandığı kadar zaman kaybıydı. Öldürse kendini tek üzüleceği şey, çektiği acı da değil, ardında bıraktığı birkaç kişi ölürdü.
Yalnız yanı. Akıllı yanı. Aptal yanı. Asla bir araya gelemeyeceklermiş gibi, fikirlerinden her zaman birinin üstün olması gibi, aklına ilk gelenin kazanması gibi. Kendini sevmesi gibi.
Zaman gelecekti, zorundaydı. Elma yediğinde ağzındaki tadın yüzünü güldürmesini özlemişti, insanları izlemek istiyordu. Telefonu alıp bir numara çevirmek, güldürmek kendini. Birkaç kişi bulup, birkaç arkadaş, birisine isimsiz bir mesaj atıp aynı ifadesiz suretle izlemek telefonu açısını. Arkadaşlarıyla, eskiden olduğu gibi. Yalnız tarafını, yalnız mutlu etmek.
Git gide yavaşlayan ritmi hayatınıntamamen kaybolmadan önce nasıl davranmaması gerektiğini bildiğine göre, zaten, devam etmek zor değildi. Bahçedeki hamakta uyuyakalmak gibi, öğle sıcağındaki piyano derslerinden sonra. Korktuğu gibi olmamıştı hiçbir zaman, ağaçlar gibi yüce olamayacağına göre eski rolüne bürünebilirdi. Kısa süreli de olsa, yarına dek bile, yarına dek yarının bitmesini beklemek yerine seçebilirdi bunu. Denemek, yalnızca. Mükemmel olması gerekmezdi, süzdü bir kere karşısındaki bedenini. Küçük bir artı o çirkin el yazısıyla ve kendisi. Mükemmel değil. Ama olsun. Evet, ‘ama’ ve ‘olsun’. Hayır, merak için değil.
Yarın görüşürüz, gelecek mevsim ve sonraki mevsim: yıllar geçmese de olur. Eskisi yoktu, eskiden yoktu. Kendi adını geçirmeyecekti aklından, üçüncü şahıs değil. Yalnızca “ben” ve “biz”. Yalnızca başkasıyla paylaşacaktı rolü.
Konuşmak için asla geç sayılmazdı. “Kuralları bırak, düşünme, yerde oynadığınız oyunları hatırlıyor musun? Çocukken. Beni hayal et.”
“İşi bırak, evi sat.” değil, asla geri dönmeyeceğini biliyordu zaten.
Kaçtı ki yaşı?
Tüm düşüncelerine güvenmiyordu ki, boş gözlerle izlemeye devam etti.
En güzel, en tatlı. Tatlı değil, daha düzgün bir kelime yok. 10 yaşındaymış gibi yaratacak da değil yeni bir kelime.
Hayal etmek içni bir hayata sahipken yalnızca bir anı vardı sevmek için. Tek şans. Tek hareketi dahi, tek kelime dahi- Son.
Bitmesin, aynı tapınarak okuduğu kitabın son sayfasında hissettikleri gibi. Ama bu defa kendi elindeydi. Teslim olmak, galiba.
İyi bir zamandı değişmek için, bıraktı bu defa ütopyalarda yaşayan halini. Yalnızca elde etmek için istediğini, ilk defa. Uzun zaman sonra ilk defa.
Zamandı. Uzun zaman önce çekindiği fotoğraftı zaman. Bıraktığı gün zamandı. O anlamadığı kelimeler, duyamadığı seslerdi. Ardından gelen gülüşmeler, karşısındaki kahkahalar. Hangi gün, ne zaman olursa olsun imkansız dediği kadar uzun. İstediğini yapabilecekken, evi yoktu ya, önündeki senede yapması gereken tek şey yoktu. Yalnızca beklemek, yalnız olmak zorunda değildi.
Pembeye boyamadı günü kaybolan güneş, evindeydi şimdi. Kalbine inandığına göre, kalbiydi yuva.
Büyüyene dek asla inanmamıştı mutsuz olabileceğine. Çantalarını toplayana dek de devam etti, “Her şey çok güzel olacak.” ama vazgeçmişti. Sevinçle yanında getirdiği plastik bardaklar gibi, unutup gitti.
Gelecek bitmemişti, dışarıda. Kimse bilmiyordu zaten, somurtmasına gerek yoktu. Yıkanan bıçaktaki sureti gibi, karşılıklı parıldayan gözleri. En başa aldı tüm düşüncelerini.
Hayatın dışında kalmak neden oluyordu korkmasına, ağırlaşan göz kapakları yorgunluğun sembolü değildi. Uzun günü ilk defa korkarak geçmişti, yalnız olan kendini düşünmeyerek. Her şey gülümsüyordu sanki.
Bir kahramamn olmasa dahi. Kimse sahip değildi hepsine, elde etse dahi unuturdu. Yalnızca bir şey. Her şeye ihtiyacı yoktu zaten, hiçbir anlam etmezdi.
Yıldızların kahramanının kurtulmaya ihtiyacı yoktu, bir masal yazsa bir kez daha. Herkes için değildi, ikisi içindi. “Yalnızca ikimiz.”
Tek çocuk olsa da odasında bir ranza vardı, istediği gibi. İstediği zaman, merdivenden korkmadığında yukarı çıktı: fazla uykusu olduğunda kucaklarında taşıdılar alt tarafa. Ama bunun için seçmemişti o pis kokulu dükkandan bu yatağı. Yalnızca uyumak içindi, masallar bitmesin diyeydi. Yalnız uyanmasın diyeydi.
Kaç yaşına kadar onunla birlikte uyumuştu? 15’inde bile bunu yapmış olabilirdi. Korktuğunda gidip yanına kıvrılır, çoğunlukla da burnunu tıkamak zorunda kalırdı onun alkol kokan ağzı yüzünden. Sigaradan iyiydi gerçi, sigarası öyle ağırdı ki kokosu bir de kendi üzerine sinerdi.
Biz. Nefret etmeden önce keşke bir kopyasını yapıp uzaktaki bir dağa yerleştirebilseydi. Fotoğraflar bile yeterdi, birkaç “İyi geceler.” duysa bile. O kopya yaşasaydı kendisi yerine onunla, cevapları dolaylı yoldan duysa, masalları dinlese devam edebilirdi “biz”e. Bilse yeterdi yıldızların hikayesini uyumadan önce. Her gece, bir yıldız masalı. En sevdiği renkle birlikte başroldeki yıldızın da rengi değişirdi. Bir günlük gibi. Annesinin inandığı zamandan, hikayelerine tutunduğu zamandan, vazgeçmediği zamanda ona hala sevgiyle yaklaştığı zamandan. Krizlerinin daha seyrek olduğu, kızına fark ettirmediği günler de vardı: evet.
Son gününü, son masalı hatırlayabiliyordu. Babasının ziyaretinden önceki, Miller olmadan önceki son günü.
Uyandığında ranzanın üst tarafındaydı, korkuluktan destek alıp aşağı sarkıttı basını. Oradaydı, her gün olduğu gibi. Elinde ince bir kitap, gözlüklerini takmış, saçlarını toplamış ve üzerini değiştirmesine rağmen oradaydı. Henüz 20’lerini bitirmemiş, 27. Öyle benziyor ki ona şimdi, göz altlarındaki morluklara aldırış etmiyor hatırladığında o sureti. Kahvaltı boyunca bugün neler yapacağını soruyor. Okula gitmek için yaklaşık yarım saati var, avluya dek birlikte gidiyorlar. Henüz okurken zorlanıyor, bir sene erken başladı zaten sanki sonrasında bir sene sınıfta kalacağını biliyormuş gibi. Okumak ve salondaki pikapta çalan şarkıları öğrenmek istiyor. Ezberi öyle kötü ki... Belki sözleri okursa alışır, sonra masallar. Masallar için yaşıyor gününü adeta.
Gün içinde ne yapmışsa, teneffüste birisine verdiği selam ya da yere düşen bir çocuk, hepsini eve giderken anlatıyor ona. Sabahkinin aksine yürüyorlar eve; araba yok, elini tutuyor.
Sofra çoktan kurulmuş, o zaman da bilmiyor annesi yemek yapmayı. Zaten gerek yok, büyükannesi hala iyi ve kardeşlerin bakıcısı Beatriz var. Ne oluyorsa gene çabucak yeniyor yemek. Hafızasından silinmiş büyükbabasını gördüğü son dakikalar, onun son günü.
Masal tıpayıp aynısı gününün. Yıldız mavi, aynı ödevlerini bitirdikten sonra çizdiği biçimsiz kediler gibi.
Mavi yıldız uyuyakalıyor sonra, uyandığında annesi yok başucunda ya da alt yatakta. Paten kayan sarı yıldızın –aklına her geldiğinde bu ani yıldızlar yüzünden gülümsüyor- düşüp ayağının kopması kadar korkunç (5 yaşındayken yeni alınan sarı patenleri yüzünde sarıydı yıldızı bir haftadır ve düştükten sonra uzuvlarından birisi kopmuş ve yıldız tozu ile yapıştırıldıktan sonra iki hafta ayağa kalkmaması söylenmişti) bir gündü. Son günü geçmiş, ailesi yok artık.
Geceyarısında kapıya dayanmış. Bağırışları duymamış üst kattaki odasından. Zaten o yaştaki o yorgun bedenini ne uyandırabilirdi ki? Yıllar sonra öğreniyor o günü.
Annesi kayboldu o gece, söndü ışığı ve bir daha parlamadı. Orada ama. Büyükbabası ise –yüzünü hatırlamayacak fotoğraflar olmasa- geçirdiği iki ameliyattan sonra pes ediyor. Ölümünün tek nedeni var: Alex.
Annesiyle yaptığı son gerçek konuşmanın konusu şöyle: “Büyükbabannla aynı soyadı taşımak ister misin? Alex Miller olmak?” Aynı annesi gibi adı, kuzenleriyle paylaşacaktı soyadını. Hemen kabul etti.
Dudaklarını hissettiğinde elinde gerildi bedeni, hareket etmedi birkaç saniye boyunca. Parmaklarını bıraktığında izlemeye devam etti ve onun kadar cesur değildi. 20 milyon insan vardı şehide. En azında birisi gibi davranamaz mıydı? Sokakta yürürkenki tavırları, attıkları her adımdaki yüzlerindeki özgüven ve o gereksiz içerikleri olan bağırarak yaptıkları telefon konuşmaları; hiçbiri mi?
Bıraktığı elini yakaladı, parmakları arasına aldı yumruğunu. Ayağıyla destek alıp doğruldu, üzerindeki gömleğin düğmelerinden birini yakaladı ve çekti kendisine. Dudaklarını buldu kondurduğu buse. İlk defa kendi başlattığı bir öpücüktü, istemsiz ve birden bire değil. En azından kendisi için. Yazmak istiyordu aynı annesi gibi, onun sayfa sonlarındaki kendi adının baş harflerinde sonra gelen harfleri kullandığı imzaları gibi, BN. Aynısını yapabilirdi.
Onu sevebilirdi. Onun beklediğinden daha çok. “Deli gibi” değil, istediği kadar.
“Korkuyorum.” dedi. “İlk defa, uzun zaman sonra, öyle gerçek ki!” Arkadaşlarını kaybettiği gün olduğu gibi yalnız bırakılmıştı burada da, tekerrürlerden nefret etmesinin tek nedeniydi. “Asla böyle hissetmedim ya da, denemedim bile. Herkes vazgeçti yanımda durmaktan. Teker teker gittiler. Ailem bile, kimi istemeden bile olsa yalnız bıraktı beni.”
Sonra yıldız büyümüş ve kaybolmuş gökyüzünde, diğerleriyle birlikte. Ailesine ihtiyacı yoktu, kimseye. Kendi istedikleri hariç.




Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Sonra insanlar birbirlerini yediler.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Fikirler Değişebilir, Görüntüler De, Ama İnsanlar Asla Değişmez...
» Geri geldim ki. 7 ay sonra.
» Uzun Bir Aradan Sonra...
» Uzun Süre Sonra Buluşursak...
» Silme tuşuna bastıktan sonra sayfanın geri gitmesi

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: The New York City :: Manhattan :: Four Seasons Hotel-
Buraya geçin: